15 Mart, 2017

Yardım Ekin'i


   (Bir yarışma için yazdığım ancak elemeyi geçip dereceye giremeyen yazımı buraya bırakarak ölümsüzleştiriyorum.)
 
    Telefonunun çaldığını geç olsa bile fark etmişti. Arayan Seher’di. Gelen çağrıyı cevaplamak için etrafını saran boğucu kalabalıktan sıyrıldı ve daha sessiz olan koridora çıktı; camın bulunduğu duvara doğru hızlı adımlarla yürüdü. Dün geceden soğumaya bıraktığı ses tellerini ısıtmak istercesine öksürdü; telefonu yavaşça kulağına götürdü ve gelen çağrıyı cevapladı. Telefonun öbür ucundaki ses sanki birden fazla Aykut’a sesleniyormuşçasına çaresiz bir ses tonuyla ‘’Aykut’’ dedi ama Seher’in ses tonundan tamamlamak istediği anlaşılan cümlenin arkası gelmedi. Aykut kafası karışmış bir şekilde neler olduğunu anlamaya çalışırken Seher oluşan sessizliğe daha fazla dayanamamış olacağından: ‘’O ölmüş’’ diye ekledi. Seher’in hıçkırıklarından ağladığı anlaşılıyordu. Aykut camdan dışarı baktı; İzmir'de gözyaşıyla karışık yağmur yağmaya başlamıştı.

      Bir nisan sabahına uykusunu almış, dinç bir şekilde uyanmıştı. Etrafında yapılacak türlü bir nisan şakalarını ve bunlara inanmayacağını düşünerek yüzünde hınzır bir gülümseme ile yatağından kalktı. Banyoya gidip bir süre aynada kendini inceledikten sonra elini yüzünü yıkadı ardından kahvaltısını etmek için mutfağa geçti. Çocukluğundan bu zamana kadar bir nisanları hep eğlenceli geçtiği için içinde bir huzur, bir sevinç, nedensiz bir mutluluk vardı. Kahvaltısını ederken her zaman yaptığı gibi sabah haberlerini izledi. Ülke gündeminde dün sabah saatlerinde yaşanan elektrik kesintisi, başkanlık sistemi ve Savcı Kiraz’ın öldürülmesiyle ilgili haberler vardı. Haberler içini karartmıştı; televizyonu kapattı, odasına gitti, pijamalarını değiştirdi ve işe gitmek için evden ayrıldı.

      İş yerine girdiğinde bir farklılık olduğunu sezdi; biraz düşünüp etrafına bakındığında iş yerine her zaman ondan önce gelen ve masasına kafasını koyup yarı uykulu bir şekilde mesai saatinin başlamasını bekleyen Hande çalışma masasında yoktu. İçinde bazı şeylerin ters gittiğine dair bir his oluşmuştu. Çalışma masasına geçti ve diğer çalışma masalarının dolmasını bekledi. Hande’nin masa arkadaşı Canan içeri girdiğinde Hande’nin neden gelmediği hakkında bilgisi olup olmadığı sordu ama Canan’ın da Hande’den haberi yoktu. Normalde doğal ortamlarından alıkonulup hayvanat bahçesinde parmaklıklar arkasına konan hayvanlar kadar mutsuz olan iş yeri çalışanlarının neşesi yerindeydi. Herkes birbirine şakalar yapmaya çalışıyordu. Her bir nisan sabahı öncesinde olduğu gibi çeşitli şaka aletleri yapılması planlanmıştı ama yine her bir nisan sabahı olduğu gibi bu düşünce teoride kalıp pratiğe dökülemeyecekti. O gün klasik bir nisan sabahı nasıl olması gerekiyorsa öyle devam ediyordu.

      Aldığı telefondan sonra Aykut şok geçiriyordu. Ne yapacağını bilmeden masasının bulunduğu koridoru dolduran kalabalığı yardı ve tuvalete koştu. Ağlamak, bağırmak, haykırmak istiyordu. Titremeye başlayan ellerini kontrol altına alarak musluğu açtı ve ‘’bu bir rüya olmalı, uyanmayalım’’ düşüncesiyle yüzünü yıkadı; değişen hiçbir şey olmamıştı. Hala daha iş yerinin tuvaletinde ne yapacağını bilmeden duruyor; mantıklı bir şekilde düşünmeye çalışıyordu. İlk iş olarak Hande’yi aradı. Hande, Ekin’in en yakın arkadaşıydı. Üçü birlikte birkaç defa bir şeyler yemişlerdi. Aykut’un Ekin ile tanışıklığı Hande’den geliyordu. Çok fazla vakit geçirmemiş olmalarına rağmen Ekin’e değer veriyordu. Hande ona sürekli Ekin’den bahsederdi. Beraber içmeye gitmelerini, hoşlandıkları çocukları kıskandırmak için yaptıkları planları ve bunun gibi birçok şeyi anlatır dururdu. Hande’nin bugün işe gelmeme nedenini Ekin’in vefat etmiş olması ile ilişkilendirmek Aykut için zor olmamıştı. Hande telefonu açtığında hıçkırmaktan çatallaşan sesi ile ‘’efendim’’ dedi ve ağlamaya başladı. Aykut, Hande’ye nerede olduğunu sordu; aklında onun yanına gitmek vardı. Hande, Ekin’in evinde olduğunu söylemeye kalmadan Aykut çantasını alıp iş yerinden ayrılmıştı.

      O sabahın bir nisan sabahı olmasından başka Aykut için bir önemi daha vardı. Katılacağı toplantı için tam bir haftadır hazırlık yapıyordu. Gecelerinin çoğunu araştırma ve telefon konuşmaları yaparak uyumadan geçirmişti. Bu toplantı kariyerindeki sıçrama noktası olması ihtimalinden dolayı Aykut için büyük bir önem arz ediyordu. İşinde terfi alması demek maaşının artması, mesai saatlerinin azalması ve tatil günlerinin sıklaşması demekti. Aykut özel bir firmanın satın alma bölümünde çalışan Yıldız Teknik Üniversitesi’nden mezun, sıradan olan yirmi yedi bin endüstri mühendisinden biriydi. Okumak istediği üniversiteden mezun olmuş ve istediği mesleği yapıyordu. Azimli, kararlı, geçmişi geçmişte bırakabilen biriydi. Bu karakteri onu sıradan olmaması için doğal bir içgüdüymüşçesine sürekli kendini geliştirmesi için itekliyordu. Bütün bu zahmete katlanmasının sebebi buydu.

      Aykut daha üç yaşında yetim kalmıştı. Çocukluğuna dair hatırladığı anılar pek içi açıcı şeyler de değildi. Aydın’ın Kuyucak ilçesinde: Kışın sobanın bile bulundukları odayı ısıtamadığı, tuvaletin dışarıda olduğu, büyükten hallice bahçesi olan iki katlı, genelde rutubet kokan, ahşap bir evde yokluk içinde büyümüştü. Annesinin, haylazlıklarından dolayı onu sık sık dövdüğü boş bulunduğu zamanlarda aklına gelir ve ruhu burkulurdu. Ağır bir sakatlık geçirip tam iyileşememiş gibi en ufak bir üzüntüde yeniden nükseden bir burkulma. Bu durumlarda kendi kendine acaba babam yaşasaydı; babam beni büyütseydi nasıl olur diye düşünüp dururdu. Babasının olmayışı, babasız büyümesi, zaman zaman annesinden nefret etmesi hayatının geri kalanında ona pek çok şeye dayanma ve direnme gücü veriyordu. Bulunduğu konuma yoksulluktan çıkıp gelmişti. Annesi ile dağlarda orkide, ıhlamur, incir gibi ilçe pazarlarında satılacak şeyleri toplayıp, topladıklarını satarak geçimlerini sağlamışlardı. İlkokul, ortaokulu Kuyucak’ta, liseyi ise Sivas’ın fen lisesinde yatılı olarak okumuştu. Üniversiteyi kazandığı ilk günü hatırlıyordu da o zamandan bu zamana kadar ne kadar çok şey değişmiş ve zaman geçmişti.

      Aykut iş yerinden çıkmıştı çıkmasına ama Ekin'in evinin nerede olduğunu bilmiyordu. Panikledi, içini kara haberi aldığı zamanki çaresizlik yeniden doldurmaya başlamıştı. Bornova'nın en işlek caddesinde, yağan yağmur altında ne yapacağını bilmez bir halde, sanki okula yeni başlayan bir çocuk gibi birilerinin onun aklını okumasını; ona yardım etmesini, elinden tutup götürmesini bekliyordu. Evin yerini öğrenmek için, sesini duyunca bulutlanan gözlerinin yağmur getireceğini bildiği halde, Hande’yi aradı. Aralarında geçen kısa konuşmanın ardından Ekin’in Atatürk Mahallesi’nde Gümüş Evler sitesinde oturduğunu öğrendi. Oraya gitmek için caddenin karşısına geçip dolmuşa bindi. Dolmuşa bindiğinde ‘’Gümüş evlerden geçer mi?’’  diye sorduğunda dolmuş şoförü Aykut’un sorusuna: ‘’Cenaze evine mi?’’ diye soruyla karşılık verdi. Dolmuş şoförünün bu tepkisinden oraya gitmeye çalışan ilk kişinin kendisi olmadığını anlamıştı. Soruya: ‘’Evet’’ diye cevap verdi ve boş bulunan koltuklardan birinin cama yakın olanına oturdu. Ne kadar yol gideceğini bilmediği yolculuğun ücretini uzatırken şoförün gözleriyle anlatmak istediği başın sağ olsun sessizliğini aynı şekilde gözleriyle sessiz bir şekilde cevapladı.

      Ekin, yabancı dile olan yatkınlığı ve ilgisinden dolayı kendini bu alanda geliştirmişti. Liseyi İzmir Cem Bakioğlu Anadolu Lisesi’nde, üniversiteyi ise Boğaziçi Üniversitesi Mütercim – Tercümanlık Bölümü’nde okumuştu. Çeşitli uluslararası şirketlerde çalışmış; çalıştığı şirketler adına yurt dışına iş görüşmelerine gitmişti. Yurt dışında yaşadığı deneyimler onun hayat geniş görüşlülüğüne çok şey katmış; gördüğü sosyal ortam, insan ilişkileri, sosyal yardım kurumlarındaki düzen ve aktiflik Ekin’in zaten doğuştan beri içinde olan insan sevgisini, insanlara yardım etme açlığını daha çok etkilemişti. Monoton bir şekilde sürüp giden hayatının sıradan bir gününde Twitter’da uygun ilik bulunamadığı için hayatını kaybeden on iki yaşında bir çocuğun olduğunu gördü. Bu Ekin’in yakın zaman içinde internet ortamında gördüğü kan hastalığının sebep olduğu beşinci ölümdü ve o an aslında insanların yardım etmekten ziyade vicdanlarını rahatlatmak için retweet yaptıklarını düşündü; retweet yapınca yardım ediyor, birilerinin hayatını kurtarıyormuş gibi bir nevi duygu tatmini yapıyorlardı. Öyle olmamak için kendine bir söz verdi; trombosit bağışı ile ilgili bir şeyler yapacaktı. Araştırmalara başladığında internette gördüğü istatistikler onu sersemletmeye yetmişti. Türkiye’de trombosit bağışı oranı dünyanın oldukça gerisindeydi. Olması gereken bağışçı sayısı bir buçuk milyon iken bu sayı sadece otuz bindi. Araştırmalar, proje çalışmaları eşliğinde saatler günleri, günler haftaları, haftalar ayları kovalarken eşinin ve çevresinde bulunan birkaç arkadaşının da desteği ile Kızılay bağlantılı bir sosyal yardımlaşma topluluğu kurmuşlardı. Amaçları trombosit bağışını arttırmak için gönüllü insanları bir araya toplayıp; çeşitli organizasyonlar, sunumlar ile toplumu bilinçlendirmekti.

      Aykut, dolmuşun penceresinden gördüğü dışarıda bulunan kalabalıktan Ekin’in evinin önüne geldiğini anladı. Dolmuş şoförünün seslenmesine fırsat bırakmadan dolmuştan inmek için kapının önüne geldi. İndiğinde Ekin’in çalıştığı şirkete ara sıra iş için gittiği zaman iki lafın belini kırdığı Onur Bey ve Burak Bey’i gördü. Birbirlerine baş sağlığı dilediler. Aykut, Ekin’in evine girmeden önce Hande’ye nerede olduğunu soran bir mesaj attı. Gelen cevap: ‘’İkinci katta merdivenin karşısındaki odada’’ şeklinde oldu. Evin kapısından içeriye girmeden önce kapının önüne sıralanmış ayakkabılara baktı; belki bu evin içinde, evin etrafında hiçbir zaman bir arada bulunamayacak Ekin’in en sevdikleri, Ekin’i en sevenler bir araya gelmişti. Aykut’un o an aklından geçen düşünce: Acıların pek çok duygunun yapamadığını yapıp dil, din, ırk fark etmeksizin insanları bir araya toplayabilme gücünün olduğu olmuştu. Ayakkabılarını çıkarıp diğer ayakkabıların yanına düzgün bir şekilde koydu ve üst kata çıkmak için merdivenlere yöneldi. Merdivenin bitimindeki odaya girmek için kapıyı çaldı ve içeri girdi. Yatağın üstünde Hande ile Ekin’in arkadaşı olan Uğur, kapının yanında Ekin’in kuzeni, Yatağın önünde Hande ve Hande’nin karşısında Aykut’un iki sene önce aynı şirkette beraber çalıştığı Kemal vardı. Odadaki herkes sigara içiyordu ve gözleri ağlamaktan kızarmış vaziyetteydi. 

      Ekin, sosyal yardımlaşma projesine başlayalı daha iki yıl olmuşken lenf kanserine yakalanmıştı. Üstelik kansere yakalandığında yirmi yedi yaşında ve sekiz buçuk aylık hamileydi. Ailesi, eşi ve arkadaşları bu haberi Ekin’den birkaç gün önce öğrenmiş ve bir şey yokmuş gibi davranmak zorunda olmanın çaresizliğine katlanmak zorunda kalmışlardı. Ekin’in ilk duyduğu zaman ‘’hayatın cilvesi böyle bir şey olsa gerek’’ diye düşündüğü kötü haberi ailesi Ekin’e verdikten sonra tedavilerinin başlaması için Ekin’in hastaneye yatması gerekiyordu. Haberi aldığının ertesi günü hastaneye yattı. Herkesin üzerinde bir güçlü görünme, benim üzüldüğümü kimse görmesin, kimse üzülmesin maskesi vardı. Güçlü görünmeye çalışırken güçlü olmuşlardı ya da öyle sanıyorlardı. Doktorları bu kadar ağır tedaviye rağmen Ekin’in güçlü olduğunu, bu zor tedavileri vücudunun kaldırabildiğini söyleyip duruyorlardı. Tedavisine başlandıktan on beş gün sonra sağlıklı bir doğum ile erkek çocuğu dünyaya getirdi. Güçlü ve kuvvetli olduğu için ona Demir adını verdiler. Doğumdan sonra kemoterapi tedavisi başladı ve kemoterapi tedavisi ilerledikçe önce kirpikleri sonra da saçları dökülmeye başlamıştı ama dökülen her saç teli Ekin’in umudunun daha güçlü bir şekilde çıkmasına sebep oluyordu. Kendini her zaman doğmuş olan çocuğuyla ve eşiyle geçireceği zamanlar olduğu, kanserli çocuklara umut, onlara bir okyanus kıyısındaki ışık yayan deniz feneri gibi olacağı inancıyla motive ederdi. Hastanede olduğu süreç içinde yattığı yatağından eşi ile beraber sosyal yardımlaşma topluluğu için videolar çekti ve topluluğa destek olmaya devam etti. Projenin yürütmesini eşi devralmıştı. Konferanslara eşi gidiyor; herkese biricik karısı, sevgilisi, yol arkadaşı Ekin’in hikâyesini anlatıyordu. Hastalara güçlü olmaları için bir sebep, bir neden gösteriyordu. Bir gün doktoru tedavilere vücudunun artık olumlu cevap vermediğini ve başvurulan son çare olan ilik naklinin gerektiğini söylediler. Bu Ekin’inde çok iyi bildiği gibi, maalesef, uygun donör bulunması nadir olan bir şeydi ve kendisini de yola bu yüzden çıkmıştı. Doktorunun uygun ilik gerekliliği kararından sonra hastane tarafından uygun eşleşme olup olmadığını saptamak için Türkök ve yurt dışındaki kök hücre banklarına başvuruldu ama geçen uzun süreçte uygun donör bulunamadı. Işık olmak için çıktığı yolda Ekin ışığa karışmıştı. 

           Cenaze arabası evin önüne geldiğinde yağan yağmur toprağa, feryatlar havaya karışıyordu. Kimsenin ayakta duracak hali olmadığı halde herkes birbirini teselli etme çabasındaydı. Aykut, Hande’ye ona destek olmak istercesine yaslanmış; yeni dikilen fidanlara bağlanan sopa gibi hüzün rüzgârının onu kırmasını önlemeye çalışıyordu. Yan yana, omuz omuza dururken; ikisi de yaşlı gözlerle Ekin’i bu fani dünyadaki son yolcuğuna götürecek cenaze arabasına doğru dalmışlardı. Hande’nin boş gözlerle sorduğu: ‘’İyi misin?’’ sorusuna Aykut: ‘’İyiyim’’ diye cevap verdi geçiştirmek ve bir şeylerin iyi olmasını istercesine. Aynı soruyu Hande’ye sorma ihtiyacı bile duymamıştı çünkü Hande’nin nasıl olduğunu kendisinin bile bilmediğini biliyordu. Yeşil renkli cenaze arabasının motoru veda vaktinin geldiğini bildirircesine gürledi, yavaş yavaş arkasındakileri de alarak gözden kayboldu. Aykut gökyüzüne baktı; gök gürledi, yağmur hızlandı yağdı onun içine.


31 Mart 2015’te kaybettiğimiz arkadaşımız Ekin Ekren’e ve 29 Kasım 2016 tarihinde kaybettiğimiz ‘’Belki de Sensin’’ kurucularından Merve Dilara Kurt’a ithafen. 
19.12.2016
 -Mutlakadam-