14 Nisan, 2017

Bir Kış Günü



    Dışarıda üç gündür aralıksız yağan kar canlılık namına ne varsa üstünü örtmüş durumdaydı. Göz alıcı beyazlık ve onun getirmiş olduğu sessiz soğuk kucaklamıştı etrafı. Bu kötü günlerin geçmesini beklemek ve kendimi korumak için mağarama sığınmıştım. Aklımda güzel günlerden kalan anılar, görüş alanımda ise duvarlara çizmiş olduğum ilkel resimler vardı: bir sanat icra etmekten ziyade benden sonra buraya gelecek, bu mağaraya sığınacak kişilere yol göstermesi, yardımcı olması amacıyla çizdiğim resimler. Soğuk; sığındığım, sığınmaya çalıştığım mağarama beni etkisiz hale getirmek istercesine tüm gücüyle saldırıyordu. Isınmak için ateş yakmam lazımdı ama dışarıda günlerdir yağan kar yüzünden bütün odunlar nemlenmiş ve yanamayacak durumdaydı. Vücut sıcaklığımı korumak için cenin pozisyonunda bir yavru anasına sığınırcasına duvarın dibine sığındım. Bu şekilde kaç gün daha dayanabilirim biliyordum ama sonrasında yaşamak için bir ateş yakmam lazımdı yoksa ilerleyen günlerde hiç şansım yoktu. Yaşamak için planlar yaparken uyuya kalmışım. 


    Uyandığımda hissettiğim ilk şey sıcaklık oldu, mağaramın içinde küçük ama beni ısıtacak boyutta bir ateş yanıyordu. O an bunu kimin yakmış olacağını düşünmeden ateşin yanına yaklaşıp ısınmaya koyuldum, üşüyordum. Mağaramdan görüldüğü kadarıyla kar yağışı azalmıştı. Ateşin yanında ısınmaya çalışırken içeriye bir kadın girdi, göz göze geldik. Mağarama giren insanların kim olduğunu sorgulamayı bırakalı çok uzun zaman oluyordu çünkü yakın geçmişte mağarama girip çıkan geçici çok insan olmuştu. Diğerlerinden farklı olarak bu kadının yüzü çok tanıdık gelmişti ama kim olduğunu beynimin donmuş olmasından olsa gerek hatırlayamamıştım. Ateşin yanına oturdu ve sönmeye yüz tutmuş ateşi bizi biraz daha ısıtsın diye elindeki küçük odun parçaları ile besledi, bu havada ancak bu kadar besleyecek odun bulmuştu muhtemelen. Hala daha tek kelime etmemişti ki; kadının, onun kim olduğunu hatırladım. Bundan yaklaşık üç sene önce beraber avlanmaya çıktığım av eşimdi o. Pek çok ava çıkmış güzel yemekler yemiş, keşifler yapmış, sohbetler etmiştik ama bir gün yine ava çıktığımız günün birinde bir hayvanı, boyumuzun üç katı büyüklüğündeki bir hayvanı, hemen öldürmek yerine biraz eğlenmek istemiş olmamızdan dolayı köşeye sıkıştırmıştık. Canı yanan hayvan hayatına mal olacağını bildiği halde son hamlesi ile ona saldırmış ve onu feci şekilde yaralamıştı. Hayvanın saldırısına engel olamamıştım ama hemen akabinde onu öldürmüştüm. Hemen av eşimin yanına koşmuştum. Onun yanına gittiğimde nabzını hissetmeye çalıştığım ama hissedemediğim için çoktan öldüğünü düşünüp oradan kaçarak uzaklaşmıştım. Kaybettiğim ilk eşi öldürdüğüm hayvan ile yan yana bırakarak. Doğa acımaz bir yerdi ve günün birinde bunun olacağını biliyordum; ya o ya ben avlanırken ölecektik. İşte, o gün orada öldüğünü düşündüğüm kadın şimdi tam karşımda duruyordu ve içimdeki soğukluğu yaktığı ateş ile yok etmeye çalışıyordu. Bunun imkânsız olduğunu düşündüm. İmkânsızdı! bir ölünün yeniden canlanması biz ilkel, tek yönlü insanlar için imkânsızdı! 

    Onun öldüğünü düşündüğüm andan o anı takip eden üç sene boyunca aklımın hep bir köşesinde o olmuştu. Yaptığım hataları tekrar yapmamı engelledi, beni değiştirdi belki biraz hissizleştirdi, acımasız yaptı ama onun ölümü beni acımasız doğa karşısında güçlü kılmıştı. En yalnız olduğum dönemlerde bile onun ölüşü bana güçlü olmam gerektiğini hatırlattı. Bu şekilde değişmiş olmamın nedeninin altında hem benim onu düzgün koruyamamış olmam hem de onun düşüncesiz davranması vardı. Düşününce bu iki sebep onu ölüme götürmüştü ya da götürmüş olmalıydı, olmamış. Onu, bir zamanlar, karşımda bu şekilde sessizce oturmasından konuşacak çok şeyimiz olduğunu bilecek kadar iyi tanıyordum ve bu çağda; bu ilkel çağda birbirimizi anlamamız için, birbirimizle anlaşmamız için yeni kelimeler keşfetmemiz hatta yeni bir dil oluşturmamız gerekse bile onunla konuşmak istiyordum. 

     Dışarıda kar yağışı yeniden hızlanmıştı ve rüzgâr içeriye yeniden hücum ediyordu. Yaktığı ateş rüzgâra dayanacak güçte değildi ve o da soğuktan titremeye başlamıştı. Onun yaktığı ateşin sönmemesi ve onun da ısınması için ateşe atacak tek şeyim herhangi bir saldırı karşısında korunmak veya saldırmak için üzerimde taşıdığım sert odundan yapılmış asamdı. Eğer onun, o kadının gerçekten o olduğuna ve benimle yeniden avlanmak isteyeceğine inanırsam asamı ateşi beslemek için yakmaya hazırdım. Kim bilir belki bu kar yağışı durunca onun yaktığı ateşi büyütüp kara kışa aldırmadan bizi ısıtacağı güne kadar yanması için beraber odun toplamaya çıkarız.



MUTLAKADAM

15 Mart, 2017

Yardım Ekin'i


   (Bir yarışma için yazdığım ancak elemeyi geçip dereceye giremeyen yazımı buraya bırakarak ölümsüzleştiriyorum.)
 
    Telefonunun çaldığını geç olsa bile fark etmişti. Arayan Seher’di. Gelen çağrıyı cevaplamak için etrafını saran boğucu kalabalıktan sıyrıldı ve daha sessiz olan koridora çıktı; camın bulunduğu duvara doğru hızlı adımlarla yürüdü. Dün geceden soğumaya bıraktığı ses tellerini ısıtmak istercesine öksürdü; telefonu yavaşça kulağına götürdü ve gelen çağrıyı cevapladı. Telefonun öbür ucundaki ses sanki birden fazla Aykut’a sesleniyormuşçasına çaresiz bir ses tonuyla ‘’Aykut’’ dedi ama Seher’in ses tonundan tamamlamak istediği anlaşılan cümlenin arkası gelmedi. Aykut kafası karışmış bir şekilde neler olduğunu anlamaya çalışırken Seher oluşan sessizliğe daha fazla dayanamamış olacağından: ‘’O ölmüş’’ diye ekledi. Seher’in hıçkırıklarından ağladığı anlaşılıyordu. Aykut camdan dışarı baktı; İzmir'de gözyaşıyla karışık yağmur yağmaya başlamıştı.

      Bir nisan sabahına uykusunu almış, dinç bir şekilde uyanmıştı. Etrafında yapılacak türlü bir nisan şakalarını ve bunlara inanmayacağını düşünerek yüzünde hınzır bir gülümseme ile yatağından kalktı. Banyoya gidip bir süre aynada kendini inceledikten sonra elini yüzünü yıkadı ardından kahvaltısını etmek için mutfağa geçti. Çocukluğundan bu zamana kadar bir nisanları hep eğlenceli geçtiği için içinde bir huzur, bir sevinç, nedensiz bir mutluluk vardı. Kahvaltısını ederken her zaman yaptığı gibi sabah haberlerini izledi. Ülke gündeminde dün sabah saatlerinde yaşanan elektrik kesintisi, başkanlık sistemi ve Savcı Kiraz’ın öldürülmesiyle ilgili haberler vardı. Haberler içini karartmıştı; televizyonu kapattı, odasına gitti, pijamalarını değiştirdi ve işe gitmek için evden ayrıldı.

      İş yerine girdiğinde bir farklılık olduğunu sezdi; biraz düşünüp etrafına bakındığında iş yerine her zaman ondan önce gelen ve masasına kafasını koyup yarı uykulu bir şekilde mesai saatinin başlamasını bekleyen Hande çalışma masasında yoktu. İçinde bazı şeylerin ters gittiğine dair bir his oluşmuştu. Çalışma masasına geçti ve diğer çalışma masalarının dolmasını bekledi. Hande’nin masa arkadaşı Canan içeri girdiğinde Hande’nin neden gelmediği hakkında bilgisi olup olmadığı sordu ama Canan’ın da Hande’den haberi yoktu. Normalde doğal ortamlarından alıkonulup hayvanat bahçesinde parmaklıklar arkasına konan hayvanlar kadar mutsuz olan iş yeri çalışanlarının neşesi yerindeydi. Herkes birbirine şakalar yapmaya çalışıyordu. Her bir nisan sabahı öncesinde olduğu gibi çeşitli şaka aletleri yapılması planlanmıştı ama yine her bir nisan sabahı olduğu gibi bu düşünce teoride kalıp pratiğe dökülemeyecekti. O gün klasik bir nisan sabahı nasıl olması gerekiyorsa öyle devam ediyordu.

      Aldığı telefondan sonra Aykut şok geçiriyordu. Ne yapacağını bilmeden masasının bulunduğu koridoru dolduran kalabalığı yardı ve tuvalete koştu. Ağlamak, bağırmak, haykırmak istiyordu. Titremeye başlayan ellerini kontrol altına alarak musluğu açtı ve ‘’bu bir rüya olmalı, uyanmayalım’’ düşüncesiyle yüzünü yıkadı; değişen hiçbir şey olmamıştı. Hala daha iş yerinin tuvaletinde ne yapacağını bilmeden duruyor; mantıklı bir şekilde düşünmeye çalışıyordu. İlk iş olarak Hande’yi aradı. Hande, Ekin’in en yakın arkadaşıydı. Üçü birlikte birkaç defa bir şeyler yemişlerdi. Aykut’un Ekin ile tanışıklığı Hande’den geliyordu. Çok fazla vakit geçirmemiş olmalarına rağmen Ekin’e değer veriyordu. Hande ona sürekli Ekin’den bahsederdi. Beraber içmeye gitmelerini, hoşlandıkları çocukları kıskandırmak için yaptıkları planları ve bunun gibi birçok şeyi anlatır dururdu. Hande’nin bugün işe gelmeme nedenini Ekin’in vefat etmiş olması ile ilişkilendirmek Aykut için zor olmamıştı. Hande telefonu açtığında hıçkırmaktan çatallaşan sesi ile ‘’efendim’’ dedi ve ağlamaya başladı. Aykut, Hande’ye nerede olduğunu sordu; aklında onun yanına gitmek vardı. Hande, Ekin’in evinde olduğunu söylemeye kalmadan Aykut çantasını alıp iş yerinden ayrılmıştı.

      O sabahın bir nisan sabahı olmasından başka Aykut için bir önemi daha vardı. Katılacağı toplantı için tam bir haftadır hazırlık yapıyordu. Gecelerinin çoğunu araştırma ve telefon konuşmaları yaparak uyumadan geçirmişti. Bu toplantı kariyerindeki sıçrama noktası olması ihtimalinden dolayı Aykut için büyük bir önem arz ediyordu. İşinde terfi alması demek maaşının artması, mesai saatlerinin azalması ve tatil günlerinin sıklaşması demekti. Aykut özel bir firmanın satın alma bölümünde çalışan Yıldız Teknik Üniversitesi’nden mezun, sıradan olan yirmi yedi bin endüstri mühendisinden biriydi. Okumak istediği üniversiteden mezun olmuş ve istediği mesleği yapıyordu. Azimli, kararlı, geçmişi geçmişte bırakabilen biriydi. Bu karakteri onu sıradan olmaması için doğal bir içgüdüymüşçesine sürekli kendini geliştirmesi için itekliyordu. Bütün bu zahmete katlanmasının sebebi buydu.

      Aykut daha üç yaşında yetim kalmıştı. Çocukluğuna dair hatırladığı anılar pek içi açıcı şeyler de değildi. Aydın’ın Kuyucak ilçesinde: Kışın sobanın bile bulundukları odayı ısıtamadığı, tuvaletin dışarıda olduğu, büyükten hallice bahçesi olan iki katlı, genelde rutubet kokan, ahşap bir evde yokluk içinde büyümüştü. Annesinin, haylazlıklarından dolayı onu sık sık dövdüğü boş bulunduğu zamanlarda aklına gelir ve ruhu burkulurdu. Ağır bir sakatlık geçirip tam iyileşememiş gibi en ufak bir üzüntüde yeniden nükseden bir burkulma. Bu durumlarda kendi kendine acaba babam yaşasaydı; babam beni büyütseydi nasıl olur diye düşünüp dururdu. Babasının olmayışı, babasız büyümesi, zaman zaman annesinden nefret etmesi hayatının geri kalanında ona pek çok şeye dayanma ve direnme gücü veriyordu. Bulunduğu konuma yoksulluktan çıkıp gelmişti. Annesi ile dağlarda orkide, ıhlamur, incir gibi ilçe pazarlarında satılacak şeyleri toplayıp, topladıklarını satarak geçimlerini sağlamışlardı. İlkokul, ortaokulu Kuyucak’ta, liseyi ise Sivas’ın fen lisesinde yatılı olarak okumuştu. Üniversiteyi kazandığı ilk günü hatırlıyordu da o zamandan bu zamana kadar ne kadar çok şey değişmiş ve zaman geçmişti.

      Aykut iş yerinden çıkmıştı çıkmasına ama Ekin'in evinin nerede olduğunu bilmiyordu. Panikledi, içini kara haberi aldığı zamanki çaresizlik yeniden doldurmaya başlamıştı. Bornova'nın en işlek caddesinde, yağan yağmur altında ne yapacağını bilmez bir halde, sanki okula yeni başlayan bir çocuk gibi birilerinin onun aklını okumasını; ona yardım etmesini, elinden tutup götürmesini bekliyordu. Evin yerini öğrenmek için, sesini duyunca bulutlanan gözlerinin yağmur getireceğini bildiği halde, Hande’yi aradı. Aralarında geçen kısa konuşmanın ardından Ekin’in Atatürk Mahallesi’nde Gümüş Evler sitesinde oturduğunu öğrendi. Oraya gitmek için caddenin karşısına geçip dolmuşa bindi. Dolmuşa bindiğinde ‘’Gümüş evlerden geçer mi?’’  diye sorduğunda dolmuş şoförü Aykut’un sorusuna: ‘’Cenaze evine mi?’’ diye soruyla karşılık verdi. Dolmuş şoförünün bu tepkisinden oraya gitmeye çalışan ilk kişinin kendisi olmadığını anlamıştı. Soruya: ‘’Evet’’ diye cevap verdi ve boş bulunan koltuklardan birinin cama yakın olanına oturdu. Ne kadar yol gideceğini bilmediği yolculuğun ücretini uzatırken şoförün gözleriyle anlatmak istediği başın sağ olsun sessizliğini aynı şekilde gözleriyle sessiz bir şekilde cevapladı.

      Ekin, yabancı dile olan yatkınlığı ve ilgisinden dolayı kendini bu alanda geliştirmişti. Liseyi İzmir Cem Bakioğlu Anadolu Lisesi’nde, üniversiteyi ise Boğaziçi Üniversitesi Mütercim – Tercümanlık Bölümü’nde okumuştu. Çeşitli uluslararası şirketlerde çalışmış; çalıştığı şirketler adına yurt dışına iş görüşmelerine gitmişti. Yurt dışında yaşadığı deneyimler onun hayat geniş görüşlülüğüne çok şey katmış; gördüğü sosyal ortam, insan ilişkileri, sosyal yardım kurumlarındaki düzen ve aktiflik Ekin’in zaten doğuştan beri içinde olan insan sevgisini, insanlara yardım etme açlığını daha çok etkilemişti. Monoton bir şekilde sürüp giden hayatının sıradan bir gününde Twitter’da uygun ilik bulunamadığı için hayatını kaybeden on iki yaşında bir çocuğun olduğunu gördü. Bu Ekin’in yakın zaman içinde internet ortamında gördüğü kan hastalığının sebep olduğu beşinci ölümdü ve o an aslında insanların yardım etmekten ziyade vicdanlarını rahatlatmak için retweet yaptıklarını düşündü; retweet yapınca yardım ediyor, birilerinin hayatını kurtarıyormuş gibi bir nevi duygu tatmini yapıyorlardı. Öyle olmamak için kendine bir söz verdi; trombosit bağışı ile ilgili bir şeyler yapacaktı. Araştırmalara başladığında internette gördüğü istatistikler onu sersemletmeye yetmişti. Türkiye’de trombosit bağışı oranı dünyanın oldukça gerisindeydi. Olması gereken bağışçı sayısı bir buçuk milyon iken bu sayı sadece otuz bindi. Araştırmalar, proje çalışmaları eşliğinde saatler günleri, günler haftaları, haftalar ayları kovalarken eşinin ve çevresinde bulunan birkaç arkadaşının da desteği ile Kızılay bağlantılı bir sosyal yardımlaşma topluluğu kurmuşlardı. Amaçları trombosit bağışını arttırmak için gönüllü insanları bir araya toplayıp; çeşitli organizasyonlar, sunumlar ile toplumu bilinçlendirmekti.

      Aykut, dolmuşun penceresinden gördüğü dışarıda bulunan kalabalıktan Ekin’in evinin önüne geldiğini anladı. Dolmuş şoförünün seslenmesine fırsat bırakmadan dolmuştan inmek için kapının önüne geldi. İndiğinde Ekin’in çalıştığı şirkete ara sıra iş için gittiği zaman iki lafın belini kırdığı Onur Bey ve Burak Bey’i gördü. Birbirlerine baş sağlığı dilediler. Aykut, Ekin’in evine girmeden önce Hande’ye nerede olduğunu soran bir mesaj attı. Gelen cevap: ‘’İkinci katta merdivenin karşısındaki odada’’ şeklinde oldu. Evin kapısından içeriye girmeden önce kapının önüne sıralanmış ayakkabılara baktı; belki bu evin içinde, evin etrafında hiçbir zaman bir arada bulunamayacak Ekin’in en sevdikleri, Ekin’i en sevenler bir araya gelmişti. Aykut’un o an aklından geçen düşünce: Acıların pek çok duygunun yapamadığını yapıp dil, din, ırk fark etmeksizin insanları bir araya toplayabilme gücünün olduğu olmuştu. Ayakkabılarını çıkarıp diğer ayakkabıların yanına düzgün bir şekilde koydu ve üst kata çıkmak için merdivenlere yöneldi. Merdivenin bitimindeki odaya girmek için kapıyı çaldı ve içeri girdi. Yatağın üstünde Hande ile Ekin’in arkadaşı olan Uğur, kapının yanında Ekin’in kuzeni, Yatağın önünde Hande ve Hande’nin karşısında Aykut’un iki sene önce aynı şirkette beraber çalıştığı Kemal vardı. Odadaki herkes sigara içiyordu ve gözleri ağlamaktan kızarmış vaziyetteydi. 

      Ekin, sosyal yardımlaşma projesine başlayalı daha iki yıl olmuşken lenf kanserine yakalanmıştı. Üstelik kansere yakalandığında yirmi yedi yaşında ve sekiz buçuk aylık hamileydi. Ailesi, eşi ve arkadaşları bu haberi Ekin’den birkaç gün önce öğrenmiş ve bir şey yokmuş gibi davranmak zorunda olmanın çaresizliğine katlanmak zorunda kalmışlardı. Ekin’in ilk duyduğu zaman ‘’hayatın cilvesi böyle bir şey olsa gerek’’ diye düşündüğü kötü haberi ailesi Ekin’e verdikten sonra tedavilerinin başlaması için Ekin’in hastaneye yatması gerekiyordu. Haberi aldığının ertesi günü hastaneye yattı. Herkesin üzerinde bir güçlü görünme, benim üzüldüğümü kimse görmesin, kimse üzülmesin maskesi vardı. Güçlü görünmeye çalışırken güçlü olmuşlardı ya da öyle sanıyorlardı. Doktorları bu kadar ağır tedaviye rağmen Ekin’in güçlü olduğunu, bu zor tedavileri vücudunun kaldırabildiğini söyleyip duruyorlardı. Tedavisine başlandıktan on beş gün sonra sağlıklı bir doğum ile erkek çocuğu dünyaya getirdi. Güçlü ve kuvvetli olduğu için ona Demir adını verdiler. Doğumdan sonra kemoterapi tedavisi başladı ve kemoterapi tedavisi ilerledikçe önce kirpikleri sonra da saçları dökülmeye başlamıştı ama dökülen her saç teli Ekin’in umudunun daha güçlü bir şekilde çıkmasına sebep oluyordu. Kendini her zaman doğmuş olan çocuğuyla ve eşiyle geçireceği zamanlar olduğu, kanserli çocuklara umut, onlara bir okyanus kıyısındaki ışık yayan deniz feneri gibi olacağı inancıyla motive ederdi. Hastanede olduğu süreç içinde yattığı yatağından eşi ile beraber sosyal yardımlaşma topluluğu için videolar çekti ve topluluğa destek olmaya devam etti. Projenin yürütmesini eşi devralmıştı. Konferanslara eşi gidiyor; herkese biricik karısı, sevgilisi, yol arkadaşı Ekin’in hikâyesini anlatıyordu. Hastalara güçlü olmaları için bir sebep, bir neden gösteriyordu. Bir gün doktoru tedavilere vücudunun artık olumlu cevap vermediğini ve başvurulan son çare olan ilik naklinin gerektiğini söylediler. Bu Ekin’inde çok iyi bildiği gibi, maalesef, uygun donör bulunması nadir olan bir şeydi ve kendisini de yola bu yüzden çıkmıştı. Doktorunun uygun ilik gerekliliği kararından sonra hastane tarafından uygun eşleşme olup olmadığını saptamak için Türkök ve yurt dışındaki kök hücre banklarına başvuruldu ama geçen uzun süreçte uygun donör bulunamadı. Işık olmak için çıktığı yolda Ekin ışığa karışmıştı. 

           Cenaze arabası evin önüne geldiğinde yağan yağmur toprağa, feryatlar havaya karışıyordu. Kimsenin ayakta duracak hali olmadığı halde herkes birbirini teselli etme çabasındaydı. Aykut, Hande’ye ona destek olmak istercesine yaslanmış; yeni dikilen fidanlara bağlanan sopa gibi hüzün rüzgârının onu kırmasını önlemeye çalışıyordu. Yan yana, omuz omuza dururken; ikisi de yaşlı gözlerle Ekin’i bu fani dünyadaki son yolcuğuna götürecek cenaze arabasına doğru dalmışlardı. Hande’nin boş gözlerle sorduğu: ‘’İyi misin?’’ sorusuna Aykut: ‘’İyiyim’’ diye cevap verdi geçiştirmek ve bir şeylerin iyi olmasını istercesine. Aynı soruyu Hande’ye sorma ihtiyacı bile duymamıştı çünkü Hande’nin nasıl olduğunu kendisinin bile bilmediğini biliyordu. Yeşil renkli cenaze arabasının motoru veda vaktinin geldiğini bildirircesine gürledi, yavaş yavaş arkasındakileri de alarak gözden kayboldu. Aykut gökyüzüne baktı; gök gürledi, yağmur hızlandı yağdı onun içine.


31 Mart 2015’te kaybettiğimiz arkadaşımız Ekin Ekren’e ve 29 Kasım 2016 tarihinde kaybettiğimiz ‘’Belki de Sensin’’ kurucularından Merve Dilara Kurt’a ithafen. 
19.12.2016
 -Mutlakadam-  

13 Aralık, 2016

09.55 (O'na Beş Kala)


Kalabalıktan Yükselen Sesler (Bölüm 1)


      Yorucu bir iş gününün ardından yürüme mesafesi ile on dakika uzaklıkta olan evine doğru ağır adımlar ile yürümeye başladı. Onu karşıdan gören biri yüzüne bakarak rahatlıkla bir sıkıntısı olduğunu söyleyebilirdi ama bir sıkıntısı olmadığını düşünüyordu ya da varsa bile ne olduğunu bilmiyordu. Öğle saatlerinde yağan yağmur sebebiyle yerler ıslaktı ve yağan yağmurdan dolayı kasımın soğukluğu bir nebze de olsa kırılmıştı. Evine doğru giderken yolun son beş dakikalık kısmına geldiğinde ileride bir kalabalığın toplanmış olduğunu gördü sadece o da değil, karşıdaki apartmanın pencerelerinde de insanlar vardı herkes hipnotize olmuş gibi karşılarında duran binanın teras katındaki bir noktaya bakıyordu. Cenk altında kuaför bulunan, sıvası yağmurdan şişmeye başlamış ve krem renkli boyası eskimeye yüz tutmuş olan yedi katlı bu binayı çok iyi tanıyordu, kalabalığın toplanmış olduğu yere doğru adımlarını hızlandırdı. Binaya yaklaştıkça uzaklardan gelen siren sesleri de daha belirgin olmaya başlamıştı. Cenk'in kafasındaki düşünceler yerini bu olay hakkındaki yorumlarına bırakmış neler olduğunu anlamaya, olanlara bir anlam vermeye çalışıyordu. Binaya yaklaştıkça teras katında 1.65 boylarında bir kadının durduğunu artık seçebiliyordu. Cenk kalabalığın içine girdiğinde terasta duran kişinin hem en yakın arkadaşı hem sevdiği kadın olan Mine olduğunu anladı. Bir süre öylece bakakaldı. Kalabalığın içinden yapma, atlama diyen sesler yükseliyordu bir işe yaramasını umut eden tonlarda. Cenk bir şeyler yapması gerektiğini düşündü. Şoku atlattıktan sonra, yaralıyken bulunan ve uzun süre tedavi gören; tedaviden sonra okyanusun soğuk sularına bırakılan yunus balığının okyanus sularını yardığı gibi, toplanan kalabalığı yardı ve apartmanın içine girdi. Arkasında bıraktığı kalabalıktan içeri girip Mine’yi ikna etme girişiminde bulunan bir kaç kişi olmuş ama hiçbiri etkili olmamıştı. Kapıda duran ve Mine’nin kuzeni olan Selim, Cenk'i tanıdı ve bulutlu gözler ile Cenk'e yalvarırcasına "bir şeyler yap" der gibi baktı. Cenk apartmanın içine girdiğinde küçükken Mine ile apartmanın içinde oynadığı oyunlar aklına geldi. Bu oyunlardan biri; binanın yüksekliğine oranla sayısı oldukça fazla ve aynanda yan yana iki kişinin geçemeyeceği kadar dar olan basamakları saymak ile ilgili olduğu için en alt kattan teras katına kadar 202 basamak olduğunu anımsadı. Terlemeye başlamıştı, dalgalı siyah saçlarının yan tarafında toplanmaya başlayan ter damlaları yer çekimine meydan okurcasına; yirmi iki yaşında olmasına rağmen Cenk'i beş altı yaş daha büyük gösteren kırışık yüz hatlarında durmaya devam ediyordu. Cenk merdivenleri çıkmaya başladı; bunu yaparken Mine ile geçirdiği zamanları sanki her basamakta yeniden yaşıyormuş gibi bir ifade bürümüştü yüzünü. Teras katına geldiğinde terasa açılan kapıyı açmadan önce Mine ile küçükken gittiği yüzme kursunda öğrettikleri gibi burnundan derin bir nefes aldı ve burnundan aldığı; içinde apartmanın her metreküpünü dolduran nem kokusuyla bir bütün olmuş olan küf kokulu havayı ağzından yavaş yavaş sakinleşinceye kadar üç dört defada verdi. İçine dolan ağır hava ciğerlerinin parçalanıyor gibi hissetmesine neden olmuştu. Kulak tırmalayıcı seviyeye gelen siren seslerinden ambulans mı yoksa polis mi olduğunu anlayamadığı araçların binanın önüne geldiği öngörüsünde bulundu. Kapıya doğru uzanan Cenk'in elleri sıcak bir sobaya ilk kez dokunacak bir çocuk edasıyla canının yanıp yanmayacağını bilmeden terasın kapısını yavaşça açtı ve yılların verdiği yıpratıcılık ile eskiyen kapı menteşeleri Cenk'in geldiğini bildirircesine gıcırdadı. 



MUTLAKADAM

30 Eylül, 2016

Subjektif Gözlem


      Yaşanması gerekiyordu, yaşandı ve bitti dedi kadın karşısında onu dinleyen adama. Onca yaşanmışlığı yok saymak istercesine, dalga geçercesine, yaptığımız seçimlerin hayatımıza yol verdiğinin farkında olmadan, geçen onca zamana rağmen kaybedilenin bir daha kazanılamayacağını idrak edemeden, sadece kendi duyguları önemliymiş gibi ya da seçimlerinin sadece kendi hayatına yol verdiğini düşünerek.

    Mavi duvarlar ile çevrilmiş, havaya karışan yoğun olmayan kahve kokusu altında; kare masalara sahip çok büyük olmayan bir kafede karşımdaki masada oturuyorlardı. İstemeden kulak misafiri olmuştum çiftin konuşmasına. Çift olduklarından emin değildim ya da bir zamanlar çift olup şimdi tektiler. Adam 1.80 boylarında, az biraz ağarmaya başlamış gür siyah saçlara sahipti. Üzerinde spor sayılabilecek kıyafetler vardı ve karşısında oturan insan ondan hayatının en önemli şeyini çalıyormuş gibi sürekli saatine bakıyordu.

    "Ben seninle kırgın kalmak istemiyorum." dedi kadın. "Yaşanan her şeyde benim kadar senin de suçun var, kimse sütten çıkmış ak kaşık değil." diye ekledi. Bütün bunları söylerken sadece kendinin hatalarını kabul ettiğini, bazı şeyleri atlatmak için sadece kendisinin çabaladığını , sadece kendisinin kötü günler geçirdiğini ya da kendisi mutluyken karşısındaki insanın mutsuz olmuş olabileceğini düşünmeden.

Adama dışarıdan bakan biri bedeninin orada olduğunu görebilirdi ama aklının orada olmadığı konuşmanın o kadar ilgisini çekmediğini gözlerinin uzaklara dalmasından anlayabilirdi. Yüzünün ifadesi; çok sevdiği oyuncak elinden alınmış bir çocuk, sevdiği oyuncak elinden alınmış bir çocuk, sevdiği elinden alınmış bir çocuk gibi kızmak ve ağlamak arasında bir yerlerdeydi. Telefonu çalsa ya da bir bahane olsa bir dakika bile orada durmayacağını anlamak zor değildi.

    "Senden sonra çok şey oldu, farklı insanlar da girdi hayatıma ama aramızdaki ilişkinin kıymeti hiç eskimedi." dedi kadın. Yaşanan şeylerin değeri tek taraflı belirleniyormuş gibi 'manevi' enflasyonu hesaba katmadan, bir taraf için değerli olan şeyin aslında diğer taraf için zamanla değer kaybettiğini, daha az değerli olduğunu düşünmeden, kendini dış dünyaya kapatmış üçüncü Dünya ülkesi gibi, etrafında olanlardan habersiz sadece kendisinin önemli olduğunu, başkalarının hayatında da bir şeyler olmuş olabileceğini düşünmeden.

      Konuşma adamın ilgisini çekmiş olacak ki yüzünde bir hareketlenme oldu. Ufak bir gülüştü bu. Sessizliğini bozmak istemişti anlaşılan adam. Kalabalık bir gruba seslenecek edasıyla öksürdü, sesini ayarladı. Söylemek istediği çok şeyi olduğunu düşündüm sanki o ana kadar hep susmuş şimdi hepsini söylemek ister gibi görünüyordu. Tam o sırada hiç beklemediğim bir şey yaptı ve ayağa kalktı, masaya içilen çayların parasını karşılaşacak kadar parayı yavaşça bıraktı. Her şeye rağmen bütün sustuklarını aldı, geldiğinden beri yaptığı gibi tek kelime etmeden kapıya doğru yöneldi ve yavaşça gözden kayboldu.




MUTLAKADAM



''Yaşanmış bir olaydan esinlenilmiştir.''

01 Eylül, 2016

Aykırı Bir Yazı


''İnanmıştım'' dedi adam karşısında oturan yada oturduğunu düşündüğü hayali dostuna.
 gerçeklik algısında sorunlar başlayalı aylar olmuştu.
 Cevap verdi dost :'' İnanmıştım demek ne kadar üzücü lan !'' 
   Kahkaha attı adam ağlanacak haline gülmek istercesine
 Adam Önünde duran kadehe baktı bir kelebeğin kadehe düşüşünü izledi
 bağırdı dost adama Bir kelebek düştü rakı kadehine kurtarmayacak mısın onu?
aslında kelebek adamdı, adam düşmüştü kadehe
 ve seslendi kelebeğe ''hey kurtarmayacak mısın rakı kadehinin içindekini''
Dost çıkardı kadehin içindekini 
bıraktı gökyüzüne
gök gürledi
yağmur başladı
                 yağdı adamın içine


MUTLAKADAM


07 Ağustos, 2016

Cellad


   Sıvası nemden dolayı kalkmış olan duvarların arasında birbirlerine çarpan anahtarların sesi yankılandı . Bu ses gardiyanın beni hücremden çıkarıp idam edilmem için almaya geldiğini duyuruyordu bana. İçimi Korkuyla karışık bir mutluluk kapladı. On dokuz senedir her gün aynı duvarların arasında olmaktan kurtulmak, her gün aynı şeyleri tekrar etmek, aynı yemekleri yemek bir çeşit ölümdü benim için. Bu hücreden çıkıp özgürlüğüme kavuşma duygusu beni mutlu etmişti. Sadece idam sırasında canımın yanma düşüncesi beni korkutuyordu.

   Bugün idam edileceğim geçen hafta belli olmuştu ve tüm haftam idam mahkumu olmanın tedirginliğinde düşünmekle geçti. Kendimi bu duruma hazırladım. Tanrıya olan inancımı çoktan kaybetmiştim, tanrının beni idamdan kurtaramayacağını biliyordum. Günahlarımın bağışlanmasını dilememde yardımcı olması için gönderilen din adamını istemediğimi belirttim. Dua etmek yerine kafamda yazmaya çalıştığım romanımı bitirdim, ölmenin nasıl bir şey olduğunu düşündüm. Beklemek bana göre değildi, ya hemen ölmeliydim yada sonsuza kadar yaşamalı. Siyah veya beyaz olmalıydı her şey ama asla gri değil. Ortada kalmak can çekişmeme sebep oluyordu.


      Anahtar hücre kapımın deliğine gardiyan tarafından sokuldu ve kapım bana veda etmek istermiş gibi açıldı. Gardiyanın elinde, son derece pahalı kumaştan dikildiği belli olan kıyafetler vardı. Önce duş alıp temizlenmem gerektiği söylendi. Söylediklerini yaptıktan sonra belki de bu zamana kadar hiç giymediğim güzel kıyafetleri giymiştim. Hazır olduğumda gardiyan beni idam alanına götürmek için koluma girdi. Tuhaf duygular ve belirsizlik içinde onun adımlarına eşlik ediyordum. Yürüdükçe nemli ve ağır hava yerini birden fazla çiçek kokusu barındıran havaya bırakmıştı. Dışarıdaki ışıkla aramda duran kapıya doğru yürüdüm. Gardiyan artık kolumu bırakmıştı. Kapıyı yavaşça açtım. Işık ilk başlarda gözlerimi kamaştırdı, Celladımı görmeye çalışıyordum ama gözlerim kamaştığı için sadece siluetini seçebildim.

     Önce ömür boyu hapis cezası sonrada idama mahkum edilmem bir seri katil olduğum içindi. İnsanları öldürmüştüm. Bir şeyler hissetmenin nasıl bir şey olduğunu hatırlamak için. Belki öldürürken üzülürüm, acırım, merhamet ederim hatta severim ve öldürmekten vazgeçerim diye ama olmadı hiçbir şey hissetmedim, en sonunda da yakalandım. Neden öldürdüğümü itiraf etmem için işkenceye maruz kaldım. Nedeni yoktu; anlayacakları bir neden değildi.

   Görüşüm netleştiği zaman rüzgarın celladımın kıvırcık saçlarını okşamak istercesine estiğini fark ettim. Gülümsedim. Celladıma gülümserken içimde yeniden bir şeyler canlandığını hissettim. Yavaş adımlarla, korkutmamak istercesine celladıma doğru yürüdüm. Sarıldım, kendimi ona teslim ettim. Hayatım onun ellerindeydi. Yıllar sonra aşık olduğum kişi celladımdı. İçimde bir şeyler yeşerten ve belki de benimle beraber onları öldürecek kişi...


MUTLAKADAM