(Bir yarışma için yazdığım ancak elemeyi geçip dereceye giremeyen yazımı buraya bırakarak ölümsüzleştiriyorum.)
Telefonunun çaldığını geç olsa bile fark
etmişti. Arayan Seher’di. Gelen çağrıyı cevaplamak için etrafını saran boğucu
kalabalıktan sıyrıldı ve daha sessiz olan koridora çıktı; camın bulunduğu
duvara doğru hızlı adımlarla yürüdü. Dün geceden soğumaya bıraktığı ses
tellerini ısıtmak istercesine öksürdü; telefonu yavaşça kulağına götürdü ve
gelen çağrıyı cevapladı. Telefonun öbür ucundaki ses sanki birden fazla Aykut’a
sesleniyormuşçasına çaresiz bir ses tonuyla ‘’Aykut’’ dedi ama Seher’in ses
tonundan tamamlamak istediği anlaşılan cümlenin arkası gelmedi. Aykut kafası
karışmış bir şekilde neler olduğunu anlamaya çalışırken Seher oluşan sessizliğe
daha fazla dayanamamış olacağından: ‘’O ölmüş’’ diye ekledi. Seher’in
hıçkırıklarından ağladığı anlaşılıyordu. Aykut camdan dışarı baktı; İzmir'de
gözyaşıyla karışık yağmur yağmaya başlamıştı.
Bir nisan sabahına uykusunu almış,
dinç bir şekilde uyanmıştı. Etrafında yapılacak türlü bir nisan şakalarını ve
bunlara inanmayacağını düşünerek yüzünde hınzır bir gülümseme ile yatağından
kalktı. Banyoya gidip bir süre aynada kendini inceledikten sonra elini yüzünü
yıkadı ardından kahvaltısını etmek için mutfağa geçti. Çocukluğundan bu zamana
kadar bir nisanları hep eğlenceli geçtiği için içinde bir huzur, bir sevinç,
nedensiz bir mutluluk vardı. Kahvaltısını ederken her zaman yaptığı gibi sabah
haberlerini izledi. Ülke gündeminde dün sabah saatlerinde yaşanan elektrik
kesintisi, başkanlık sistemi ve Savcı Kiraz’ın öldürülmesiyle ilgili haberler
vardı. Haberler içini karartmıştı; televizyonu kapattı, odasına gitti,
pijamalarını değiştirdi ve işe gitmek için evden ayrıldı.
İş yerine girdiğinde bir farklılık
olduğunu sezdi; biraz düşünüp etrafına bakındığında iş yerine her zaman ondan
önce gelen ve masasına kafasını koyup yarı uykulu bir şekilde mesai saatinin
başlamasını bekleyen Hande çalışma masasında yoktu. İçinde bazı şeylerin ters
gittiğine dair bir his oluşmuştu. Çalışma masasına geçti ve diğer çalışma
masalarının dolmasını bekledi. Hande’nin masa arkadaşı Canan içeri girdiğinde
Hande’nin neden gelmediği hakkında bilgisi olup olmadığı sordu ama Canan’ın da
Hande’den haberi yoktu. Normalde doğal ortamlarından alıkonulup hayvanat
bahçesinde parmaklıklar arkasına konan hayvanlar kadar mutsuz olan iş yeri çalışanlarının
neşesi yerindeydi. Herkes birbirine şakalar yapmaya çalışıyordu. Her bir nisan
sabahı öncesinde olduğu gibi çeşitli şaka aletleri yapılması planlanmıştı ama
yine her bir nisan sabahı olduğu gibi bu düşünce teoride kalıp pratiğe
dökülemeyecekti. O gün klasik bir nisan sabahı nasıl olması gerekiyorsa öyle
devam ediyordu.
Aldığı telefondan sonra Aykut şok
geçiriyordu. Ne yapacağını bilmeden masasının bulunduğu koridoru dolduran
kalabalığı yardı ve tuvalete koştu. Ağlamak, bağırmak, haykırmak istiyordu.
Titremeye başlayan ellerini kontrol altına alarak musluğu açtı ve ‘’bu bir rüya
olmalı, uyanmayalım’’ düşüncesiyle yüzünü yıkadı; değişen hiçbir şey olmamıştı.
Hala daha iş yerinin tuvaletinde ne yapacağını bilmeden duruyor; mantıklı bir
şekilde düşünmeye çalışıyordu. İlk iş olarak Hande’yi aradı. Hande, Ekin’in en
yakın arkadaşıydı. Üçü birlikte birkaç defa bir şeyler yemişlerdi. Aykut’un
Ekin ile tanışıklığı Hande’den geliyordu. Çok fazla vakit geçirmemiş olmalarına
rağmen Ekin’e değer veriyordu. Hande ona sürekli Ekin’den bahsederdi. Beraber
içmeye gitmelerini, hoşlandıkları çocukları kıskandırmak için yaptıkları
planları ve bunun gibi birçok şeyi anlatır dururdu. Hande’nin bugün işe gelmeme
nedenini Ekin’in vefat etmiş olması ile ilişkilendirmek Aykut için zor
olmamıştı. Hande telefonu açtığında hıçkırmaktan çatallaşan sesi ile
‘’efendim’’ dedi ve ağlamaya başladı. Aykut, Hande’ye nerede olduğunu sordu;
aklında onun yanına gitmek vardı. Hande, Ekin’in evinde olduğunu söylemeye
kalmadan Aykut çantasını alıp iş yerinden ayrılmıştı.
O sabahın bir nisan sabahı
olmasından başka Aykut için bir önemi daha vardı. Katılacağı toplantı için tam
bir haftadır hazırlık yapıyordu. Gecelerinin çoğunu araştırma ve telefon
konuşmaları yaparak uyumadan geçirmişti. Bu toplantı kariyerindeki sıçrama
noktası olması ihtimalinden dolayı Aykut için büyük bir önem arz ediyordu.
İşinde terfi alması demek maaşının artması, mesai saatlerinin azalması ve tatil
günlerinin sıklaşması demekti. Aykut özel bir firmanın satın alma bölümünde
çalışan Yıldız Teknik Üniversitesi’nden mezun, sıradan olan yirmi yedi bin
endüstri mühendisinden biriydi. Okumak istediği üniversiteden mezun olmuş ve
istediği mesleği yapıyordu. Azimli, kararlı, geçmişi geçmişte bırakabilen
biriydi. Bu karakteri onu sıradan olmaması için doğal bir içgüdüymüşçesine
sürekli kendini geliştirmesi için itekliyordu. Bütün bu zahmete katlanmasının
sebebi buydu.
Aykut daha üç yaşında yetim
kalmıştı. Çocukluğuna dair hatırladığı anılar pek içi açıcı şeyler de değildi.
Aydın’ın Kuyucak ilçesinde: Kışın sobanın bile bulundukları odayı ısıtamadığı,
tuvaletin dışarıda olduğu, büyükten hallice bahçesi olan iki katlı, genelde
rutubet kokan, ahşap bir evde yokluk içinde büyümüştü. Annesinin,
haylazlıklarından dolayı onu sık sık dövdüğü boş bulunduğu zamanlarda aklına
gelir ve ruhu burkulurdu. Ağır bir sakatlık geçirip tam iyileşememiş gibi en
ufak bir üzüntüde yeniden nükseden bir burkulma. Bu durumlarda kendi kendine
acaba babam yaşasaydı; babam beni büyütseydi nasıl olur diye düşünüp dururdu.
Babasının olmayışı, babasız büyümesi, zaman zaman annesinden nefret etmesi
hayatının geri kalanında ona pek çok şeye dayanma ve direnme gücü veriyordu.
Bulunduğu konuma yoksulluktan çıkıp gelmişti. Annesi ile dağlarda orkide,
ıhlamur, incir gibi ilçe pazarlarında satılacak şeyleri toplayıp,
topladıklarını satarak geçimlerini sağlamışlardı. İlkokul, ortaokulu
Kuyucak’ta, liseyi ise Sivas’ın fen lisesinde yatılı olarak okumuştu.
Üniversiteyi kazandığı ilk günü hatırlıyordu da o zamandan bu zamana kadar ne
kadar çok şey değişmiş ve zaman geçmişti.
Aykut iş yerinden çıkmıştı
çıkmasına ama Ekin'in evinin nerede olduğunu bilmiyordu. Panikledi, içini kara
haberi aldığı zamanki çaresizlik yeniden doldurmaya başlamıştı. Bornova'nın en
işlek caddesinde, yağan yağmur altında ne yapacağını bilmez bir halde, sanki
okula yeni başlayan bir çocuk gibi birilerinin onun aklını okumasını; ona
yardım etmesini, elinden tutup götürmesini bekliyordu. Evin yerini öğrenmek
için, sesini duyunca bulutlanan gözlerinin yağmur getireceğini bildiği halde,
Hande’yi aradı. Aralarında geçen kısa konuşmanın ardından Ekin’in Atatürk
Mahallesi’nde Gümüş Evler sitesinde oturduğunu öğrendi. Oraya gitmek için
caddenin karşısına geçip dolmuşa bindi. Dolmuşa bindiğinde ‘’Gümüş evlerden
geçer mi?’’ diye sorduğunda dolmuş
şoförü Aykut’un sorusuna: ‘’Cenaze evine mi?’’ diye soruyla karşılık verdi.
Dolmuş şoförünün bu tepkisinden oraya gitmeye çalışan ilk kişinin kendisi
olmadığını anlamıştı. Soruya: ‘’Evet’’ diye cevap verdi ve boş bulunan
koltuklardan birinin cama yakın olanına oturdu. Ne kadar yol gideceğini
bilmediği yolculuğun ücretini uzatırken şoförün gözleriyle anlatmak istediği
başın sağ olsun sessizliğini aynı şekilde gözleriyle sessiz bir şekilde
cevapladı.
Ekin, yabancı dile olan yatkınlığı ve
ilgisinden dolayı kendini bu alanda geliştirmişti. Liseyi İzmir Cem Bakioğlu
Anadolu Lisesi’nde, üniversiteyi ise Boğaziçi Üniversitesi Mütercim –
Tercümanlık Bölümü’nde okumuştu. Çeşitli uluslararası şirketlerde çalışmış;
çalıştığı şirketler adına yurt dışına iş görüşmelerine gitmişti. Yurt dışında
yaşadığı deneyimler onun hayat geniş görüşlülüğüne çok şey katmış; gördüğü
sosyal ortam, insan ilişkileri, sosyal yardım kurumlarındaki düzen ve aktiflik
Ekin’in zaten doğuştan beri içinde olan insan sevgisini, insanlara yardım etme
açlığını daha çok etkilemişti. Monoton bir
şekilde sürüp giden hayatının sıradan bir gününde Twitter’da uygun ilik
bulunamadığı için hayatını kaybeden on iki yaşında bir çocuğun olduğunu gördü.
Bu Ekin’in yakın zaman içinde internet ortamında gördüğü kan hastalığının sebep
olduğu beşinci ölümdü ve o an aslında insanların yardım etmekten ziyade
vicdanlarını rahatlatmak için retweet yaptıklarını düşündü; retweet yapınca
yardım ediyor, birilerinin hayatını kurtarıyormuş gibi bir nevi duygu tatmini
yapıyorlardı. Öyle olmamak için kendine bir söz verdi; trombosit bağışı ile
ilgili bir şeyler yapacaktı. Araştırmalara başladığında internette gördüğü
istatistikler onu sersemletmeye yetmişti. Türkiye’de trombosit bağışı oranı
dünyanın oldukça gerisindeydi. Olması gereken bağışçı sayısı bir buçuk milyon
iken bu sayı sadece otuz bindi. Araştırmalar, proje çalışmaları eşliğinde
saatler günleri, günler haftaları, haftalar ayları kovalarken eşinin ve çevresinde
bulunan birkaç arkadaşının da desteği ile Kızılay bağlantılı bir sosyal
yardımlaşma topluluğu kurmuşlardı. Amaçları trombosit bağışını arttırmak için
gönüllü insanları bir araya toplayıp; çeşitli organizasyonlar, sunumlar ile
toplumu bilinçlendirmekti.
Aykut, dolmuşun penceresinden gördüğü
dışarıda bulunan kalabalıktan Ekin’in evinin önüne geldiğini anladı. Dolmuş
şoförünün seslenmesine fırsat bırakmadan dolmuştan inmek için kapının önüne
geldi. İndiğinde Ekin’in çalıştığı şirkete ara sıra iş için gittiği zaman iki
lafın belini kırdığı Onur Bey ve Burak Bey’i gördü. Birbirlerine baş sağlığı dilediler.
Aykut, Ekin’in evine girmeden önce Hande’ye nerede olduğunu soran bir mesaj
attı. Gelen cevap: ‘’İkinci katta
merdivenin karşısındaki odada’’ şeklinde oldu. Evin kapısından içeriye girmeden
önce kapının önüne sıralanmış ayakkabılara baktı; belki bu evin içinde, evin
etrafında hiçbir zaman bir arada bulunamayacak Ekin’in en sevdikleri, Ekin’i en
sevenler bir araya gelmişti. Aykut’un o an aklından geçen düşünce: Acıların pek
çok duygunun yapamadığını yapıp dil, din, ırk fark etmeksizin insanları bir
araya toplayabilme gücünün olduğu olmuştu. Ayakkabılarını çıkarıp diğer
ayakkabıların yanına düzgün bir şekilde koydu ve üst kata çıkmak için
merdivenlere yöneldi. Merdivenin bitimindeki odaya girmek için kapıyı çaldı ve
içeri girdi. Yatağın üstünde Hande ile Ekin’in arkadaşı olan Uğur, kapının
yanında Ekin’in kuzeni, Yatağın önünde Hande ve Hande’nin karşısında Aykut’un
iki sene önce aynı şirkette beraber çalıştığı Kemal vardı. Odadaki herkes
sigara içiyordu ve gözleri ağlamaktan kızarmış vaziyetteydi.
Ekin, sosyal yardımlaşma projesine
başlayalı daha iki yıl olmuşken lenf kanserine yakalanmıştı. Üstelik kansere
yakalandığında yirmi yedi yaşında ve sekiz buçuk aylık hamileydi. Ailesi, eşi
ve arkadaşları bu haberi Ekin’den birkaç gün önce öğrenmiş ve bir şey yokmuş
gibi davranmak zorunda olmanın çaresizliğine katlanmak zorunda kalmışlardı.
Ekin’in ilk duyduğu zaman ‘’hayatın cilvesi böyle bir şey olsa gerek’’ diye
düşündüğü kötü haberi ailesi Ekin’e verdikten sonra tedavilerinin başlaması
için Ekin’in hastaneye yatması gerekiyordu. Haberi aldığının ertesi günü
hastaneye yattı. Herkesin üzerinde bir güçlü görünme, benim üzüldüğümü kimse
görmesin, kimse üzülmesin maskesi vardı. Güçlü görünmeye çalışırken güçlü
olmuşlardı ya da öyle sanıyorlardı. Doktorları
bu kadar ağır tedaviye rağmen Ekin’in güçlü olduğunu, bu zor tedavileri
vücudunun kaldırabildiğini söyleyip duruyorlardı. Tedavisine başlandıktan on
beş gün sonra sağlıklı bir doğum ile erkek çocuğu dünyaya getirdi. Güçlü ve
kuvvetli olduğu için ona Demir adını verdiler. Doğumdan sonra kemoterapi
tedavisi başladı ve kemoterapi tedavisi ilerledikçe önce kirpikleri sonra da
saçları dökülmeye başlamıştı ama dökülen her saç teli Ekin’in umudunun daha güçlü
bir şekilde çıkmasına sebep oluyordu. Kendini her zaman doğmuş olan çocuğuyla
ve eşiyle geçireceği zamanlar olduğu, kanserli çocuklara umut, onlara bir
okyanus kıyısındaki ışık yayan deniz feneri gibi olacağı inancıyla motive
ederdi. Hastanede olduğu süreç içinde yattığı yatağından eşi ile beraber sosyal
yardımlaşma topluluğu için videolar çekti ve topluluğa destek olmaya devam
etti. Projenin yürütmesini eşi devralmıştı. Konferanslara eşi gidiyor; herkese
biricik karısı, sevgilisi, yol arkadaşı Ekin’in hikâyesini anlatıyordu.
Hastalara güçlü olmaları için bir sebep, bir neden gösteriyordu. Bir gün
doktoru tedavilere vücudunun artık olumlu cevap vermediğini ve başvurulan son
çare olan ilik naklinin gerektiğini söylediler. Bu Ekin’inde çok iyi bildiği
gibi, maalesef, uygun donör bulunması nadir olan bir şeydi ve kendisini de yola
bu yüzden çıkmıştı. Doktorunun uygun ilik gerekliliği kararından sonra hastane
tarafından uygun eşleşme olup olmadığını saptamak için Türkök ve yurt dışındaki
kök hücre banklarına başvuruldu ama geçen uzun süreçte uygun donör bulunamadı.
Işık olmak için çıktığı yolda Ekin ışığa karışmıştı.
Cenaze arabası evin önüne geldiğinde
yağan yağmur toprağa, feryatlar havaya karışıyordu. Kimsenin ayakta duracak
hali olmadığı halde herkes birbirini teselli etme çabasındaydı. Aykut, Hande’ye
ona destek olmak istercesine yaslanmış; yeni dikilen fidanlara bağlanan sopa
gibi hüzün rüzgârının onu kırmasını önlemeye çalışıyordu. Yan yana, omuz omuza
dururken; ikisi de yaşlı gözlerle Ekin’i bu fani dünyadaki son yolcuğuna
götürecek cenaze arabasına doğru dalmışlardı. Hande’nin boş gözlerle sorduğu:
‘’İyi misin?’’ sorusuna Aykut: ‘’İyiyim’’ diye cevap verdi geçiştirmek ve bir
şeylerin iyi olmasını istercesine. Aynı soruyu Hande’ye sorma ihtiyacı bile
duymamıştı çünkü Hande’nin nasıl olduğunu kendisinin bile bilmediğini
biliyordu. Yeşil renkli cenaze arabasının motoru veda vaktinin geldiğini
bildirircesine gürledi, yavaş yavaş arkasındakileri de alarak gözden kayboldu.
Aykut gökyüzüne baktı; gök gürledi, yağmur hızlandı yağdı onun içine.
31 Mart 2015’te kaybettiğimiz arkadaşımız Ekin Ekren’e ve 29 Kasım 2016 tarihinde kaybettiğimiz ‘’Belki de Sensin’’ kurucularından Merve Dilara Kurt’a ithafen.
19.12.2016
-Mutlakadam-