30 Temmuz, 2017

Umut



     ‘’Kara göründü’’ diye bağırdı açık sularda oradan oraya rotasız, yollarını kaybetmiş şekilde savrulan denizcilerden gözetleme kulesinde olanı. Bütün yorgunluğu, bitkinliği sesine yansımıştı. Ağlamamak için kendini tuttuğu sesinin çatallaşmasından anlaşılıyordu. Çatallaşmaya başlayan sesiyle duyulmadığını düşündüğü, zafer narasını andıran bir tonda, duyurusunu tekrarladı. ‘’kara göründü’’. İkinci duyurunun ardından iyi haberin duyulduğunu pekiştiren şekilde güverteye mürettebattan önce ayak sesleri gelmeye başlamıştı. Ayak sesleri ile beraber güverteye dolmaya başlayan mürettebat; yıllardır denizde olmanın ve karaya bir daha ayak basamayacak olmaya kendilerini hazırladıkları için ne yapacaklarını bilmez şekilde birbirleriyle ve karşılarında duran gri renkli ada arasında bakış trafiği yaratıyorlardı. Açık denizde güçlü olmak için feda ettikleri gülümseme, güneşin doğması gibi yüzlerine doğuyordu hepsinin. Gülüyorlardı ama adanın gri renkli olmasının ne anlama gelmiş olduğunu unutmuş bile olabilirlerdi ya da hatırlıyorlarsa bile o an umurlarında olmayacak kadar o adaya ayak basmayı istiyorlardı. Güvertede duran kalabalığın arasından yılların yıpratıcılığına rağmen dış görünüş unsurları en tertipli duran kişi güvertenin yüksek yerlerinden birine çıktı ve bağırdı : ‘’Herkes yerlerine, umuda gidiyoruz.’’ Karşılarında duran adanın adı artık bu gemide bulunanlar için umut olmuştu. Verilen emrin ardından herkesin işinin başına koşmasından bu kişinin kaptan olduğu anlaşılıyordu. Kaptan geminin beyniydi ve yıllarca pek çok geminin batmasına, pek çok denizcinin hayatını alan mavi canavara karşı gemisini başarıyla savunmuştu. Gemide bulunan herkes onun sözlerine güveniyordu. Gemi son hızda umuda ilerlemeye başlamıştı. Gemide bulunan bütün mürettebat olağanca kuvvetleriyle sanki umuda varınca her şey düzelecekmiş, yaşamalarının bir anlamı kalmayacakmış gibi kürek çekiyordu.

   Gemi, karaya uzun zaman sonra sevgilisine kavuşmuş yar edasıyla nazik bir şekilde yanaşmaya başlamıştı. Geminin dümeninde bulunan kaptan adanın renginden dolayı bir şeylerin ters gideceğini sezmiş ve ‘’Durun’’ emri vermişti mürettebata. İçinde bulundukları durumun heyecanına kapılmadan bir durum değerlendirmesi yapmaları gerektiğini düşünüyordu çünkü: keşfedilmemiş bir adaya çıkacaklardı ve bu adanın renginin gri olması; üzerinde yaşam olmayan, taşlık bir yer olduğu anlamına geliyordu. Adaya ‘’UMUT’’ adını vermişlerdi ama içinde umut olmama ihtimali de vardı. Kaptanın tavrına rağmen mürettebat kaptanı dinlememe konusunda kararlı görünüyordu; bu yüzdendir ki geminin güvertesinden homurtular yükselmeye başlamıştı. Sözlerine koşulsuz güvenilen, senelerdir denizde hayatta kalmalarını sağlayan kaptanı kimse dinlemez olmuştu bir anda. Homurtulardan rahatsız olan kaptan derin bir iç çekişle beraber sessizliğe büründü ve iç karışıklık çıkmasın diye dümene geri döndü. 


   Geminin karaya yanaşmasından sonra geminin içinde bulunan otuz kişilik mürettebat Umut'a ayak basmak için altılı gruplar halinde adaya çıkmaya başladı. Adanın uzak olan tarafından ağır bir koku gelmeye başlamıştı burunlarına. Sanki adanın yabancılara karşı korunma mekanizmasıydı bu koku. Bir uyarı, bir tehdit misalince avcılara karşı. Kaptan hariç kimse aldırmamıştı bu kokuya. Onun dışındaki mürettebatın hepsi karaya ayak basmanın sevincinden sarhoş olmuş durumdaydı. Adaya çıktıklarının ertesi gününde adayı keşfe çıkmaya karar verdi mürettebat; kaptanı ise eşyaların yanında bırakmışlardı onlara göz kulak olması bahanesiyle. Ada göründüğü kadarıyla boydan boya kayalardan, taşlardan, sarp geçitlerden, küçük uçurumlardan oluşuyordu. Yorucu ve tehlikeli bir keşif olacaktı bu. Mavi canavara yem olmayıp hayatta kalan denizciler gri bir umutta yaşamak için direneceklerdi. Yanlarına hayatta kalmak için gerekli malzemeleri alan mürettebat kıyıya çıktıkları yeri unutmamak için de bir harita yapmaya çalışarak yola çıktı. Adanın içlerine ilerledikçe karşılaştıkları tehlikeler artıyordu. Yapmaya çalıştıkları harita bir süre sonra işe yaramaz olmuştu ve yollarını kaybetmişlerdi, bütün bunların yanında içme suları ve yiyecekleri de azalıyordu. Bütün bu çabalarının nedeni Umut'a tutunmak ona yerleşip yeni, güzel bir hayat kurma isteğiydi. Mürettebatın farkına vardığı bir şey olmuştu geçen sekiz günlük keşif süresinde. Adanın keşfettikleri yerleri arttıkça burunlarına gelen kötü koku azalıyordu ve belli belirsiz güzel bir koku çeliniyordu burunlarına ya da delirmek üzere oldukları için öyle zannediyorlardı. Keşfe çıktıkları onuncu günde yiyecekleri tamamen bitmişti ve adada yiyecekleri hiçbir şey yoktu. Yiyecekten ziyade görünürde canlılık namına hiçbir şey yok denebilirdi. Eşyaların yanında kalan kaptan halinden memnun gözüküyordu ama aynı zamanda mürettebatını merak ediyordu. Bu yüzden sürekli kendi kendine çelişiyor; onları aramaya çıkacakken sonradan yarı yoldan geri dönüp keyfine bakıyordu. Her zaman olduğu gibi bu sefer de haklı çıkacağından çok emindi.

   Umut’un içinde umutlar tükenmeye başlamış, dönüş yolu kaybedilmiş, açlıktan bayılma evresine gelinmiş, susuzluktan diller damaklara yapışmışken mürettebatın içinden biri ‘’Umut bulundu’’ diye bağırdı geminin içindeyken karayı ilk gördükleri zamanki ses tonuna benzer bir ses tonuyla. Adanın ortasında bulunan uçurumun göze batmayan yerindeki bir boşluktan yeşillikler sarkıyordu. Mürettebatın hepsi bedenlerinde kalan son güçle grinin içinde saklanan yeşilliğe doğru koşmaya başladı. Bir insanın geçebileceği kadar genişliği olan bir delik vardı. Yavaş yavaş hepsi içeriye doğru girdi, sırayla acele etmeden, son sabır zerresini harcayarak. İçeriden gelen kahkaha sesleri ve bağrışmalar daha içeriye girmemiş olanları heyecanlandırmıştı bile. İçerisi en az adanın dışarıda görünen yüzü kadar geniş ve onun tam zıttı olacak şekilde capcanlıydı. Hayatlarında hiç görmedikleri renklerde çiçekler, kuşlar, dallarında yemişler olan ağaçlar vardı. Bunların ortasında canlılığın kaynağı olduğunu tahmin ettikleri tertemiz görünen bir su birikintisi vardı. Küçük bir göldü adeta bu. Adanın dışı eylül kadar ölü, içi haziran kadar hayat doluydu. 

   Geride kalan kaptan beş kişilik bir ekibin geri geldiğini gördü. Aklına ilk gelen kalan mürettebatın hayatlarını kaybettiğiydi. Gözleri dolmaya başlamıştı ama kaptan olduğu için ağlamasının yanlış olduğunu düşünüyordu en azından geri gelenlerin de güçlü kalabilmesi için. Kaptan yanılmıştı bu defa. Beş kişi yanına yaklaştı; onu ve eşyaları almaya geldiklerini söylediler. Başlarından geçen her şeyi anlattılar kaptana. Umut gerçekten umutları olmuştu onların. Bir şeylere yeniden başlayabilmek, bir şeylere yeniden inanabilmeleri için. Bu sefer kaptan yanılmış mürettebat haklı çıkmıştı. Bu sefer farklı olmuş mürettebat kaptanı hayatta tutmuştu.


MUTLAKADAM

05 Temmuz, 2017

Bilgenin Hikayesi


   Yaklaşın, sessiz olun ve dinleyin!


    Size bir hikaye anlatayım kulaktan kulağa kuşaktan kuşağa aktarılan bir hikâye. Bana da bunu karanlıkta yavaş yavaş kaybolan umutsuz bir insan anlatmıştı. Bundan tam yüz sene önce adı bilinmeyen bir diyarda bilge bir adam yaşarmış. Her şey hakkında düşünen hemen hemen her şeyin çaresini bilen bir bilge." Bilmek karanlıkta olmaktır." dermiş hep bu bilge. Herkesin sorunlarına çareler bulur onlara yardımcı olurmuş. İnsanları sevmezmiş bu bilge çünkü onların ne olduğunu, nasıl varlıklar olduğu hakkında epey tecrübeye sahipmiş, bütün tecrübelerini yaşayarak öğrenmiş. Yüz seneden de önce bir zamanda gençken arayış halindeymiş bu bilge olacağından habersiz genç adam. Yağmur, çamur, çöl, buzul dinlemeden sürekli arıyormuş. Ailesini terk etmiş daha küçük yaşta, kendi benliğini oluşturmak istediği için. Çölde bedeviler, kıtada medeniler kandırmış sürekli olarak bu genci. Genç adam belki bir eşim vardır diyerek genç bir kadın aramaya karar vermiş bu sefer; belki yaralarımı sarar düşüncesiyle. Çünkü benliğini ararken aslında çok derin yaralar almış geçen seneler içinde ve vazgeçmiş bu arayıştan. Seneler içinde bir sürü kişi ile tanışmış, buldum sandığı bir sürü eş girmiş çıkmış hayatına. Fark etmemiş ama ellerinden tuttuğu herkes bir süre sonra kandırır olmuş genç adamı yaraları daha derine inmiş ve zamanın aktığından habersiz yaşlı adama dönmüş genç adam. Bir inanışına göre İnsanlar iki şekilde ölüler; bunlardan ilki kalbi kan pompalamayı bıraktığı zaman ikincisi umudu kalmadığı zaman ve o inanışına göre kalp durduğu zaman yeniden atar da umut kalmadığı zaman hayat olmazmış. Genç adam bulmak konusunda umudunu kaybetmiş ve aslında ölmüş o zaman. Çok dünyaya girip çıkmış bunun sonucunda da hayat olmayan karanlık bir dünyada bulmuş benliğini. Kazandıkları kadar kaybetmiş aslında. Ne ararken ne bulmuş ne aramazken ne olmuş bu hikâyede. Bilge karanlıkta kalmaktan ışığa fazla duyarlı olmuş, ışık rahatsız eder olmuş onu, bu yüzden kapatmış kendini, hem ölüler ışığı sevmezlermiş pek. Bir gün karanlıkta kaybolmuşken bir ışık vurmuş içeriye, karanlığın tam ortasına ara ara vururmuş böyle ışıklar zaten. Belki bu zamana kadar vuran en güçlü ışık değilmiş ama bir farklılık varmış bu ışıkta. Bilge canını yaktığını bildiği halde dikkatlice bakmış ışığa. Işığın rengi farklıymış. Beyaz ışık da görmüş, mavi ışık da görmüş ama bu renk ışığı ilk defa görüyormuş. Afallamış bilge. Kendini korumaya karar vermiş zaten yeterince zarar görmüş karanlığa vuran belirsiz ışıklardan bu zamana kadar. Işık yakar beni demiş ama yanacağını bile bile takip etmek istiyormuş. Çıkmış kendini korumak için bulduğu karanlık benlikten. Işığı takip etmiş. Işığın kaynağına yaklaştıkça pembeliği artmış. Yaklaşmaya başladıkça canı daha çok acımaya başlamış ama demiş ki kendi kendine ben bir bilgeyim " Bu sefer farklı olsun!" ne olacaksa olsun deyip ışığa gitmeye devam etmiş. Işığın yamacına geldiği zaman bilincini kaybetmiş bilge. Beyaz bir ışık görmüş o an. Korkup titremeye başlamış. Bitti demiş, yine aynısı oldu ve bu sefer tamamen bitti dönüş yok artık karanlığa bile. Kapatmış gözlerini kör edici beyaz ışıktan korunmak için. Aradan biraz zaman geçmiş ve gözlerini tekrar açtığında pembe ışığın kaynağının tam karşısında durduğunu görmüş. Bu sefer farklı olmuş. İçini umut doldurmaya başlamış. İnanışına göre bilge hayata geri dönmüş o an, olmaz denen olmuş. Bir hayat bulmuş kendine. "Hayatım" demiş o ışığa. Hayatım demiş tekrar etmiş kelimesini ve eklemiş devamını; iyi ki çıktın karşıma yoksa karanlıkta kalmaktan karanlığın kendisi olacaktım.

    Bu hikâye burada bitmiş ve bu hikâyenin anlatıldığı yerlerde derler ki umut arayış değil var oluştur; ararsanız bulamazsınız o sizi bulur, cesaret ederseniz her şey mümkün olur.

MUTLAKADAM

14 Nisan, 2017

Bir Kış Günü



    Dışarıda üç gündür aralıksız yağan kar canlılık namına ne varsa üstünü örtmüş durumdaydı. Göz alıcı beyazlık ve onun getirmiş olduğu sessiz soğuk kucaklamıştı etrafı. Bu kötü günlerin geçmesini beklemek ve kendimi korumak için mağarama sığınmıştım. Aklımda güzel günlerden kalan anılar, görüş alanımda ise duvarlara çizmiş olduğum ilkel resimler vardı: bir sanat icra etmekten ziyade benden sonra buraya gelecek, bu mağaraya sığınacak kişilere yol göstermesi, yardımcı olması amacıyla çizdiğim resimler. Soğuk; sığındığım, sığınmaya çalıştığım mağarama beni etkisiz hale getirmek istercesine tüm gücüyle saldırıyordu. Isınmak için ateş yakmam lazımdı ama dışarıda günlerdir yağan kar yüzünden bütün odunlar nemlenmiş ve yanamayacak durumdaydı. Vücut sıcaklığımı korumak için cenin pozisyonunda bir yavru anasına sığınırcasına duvarın dibine sığındım. Bu şekilde kaç gün daha dayanabilirim biliyordum ama sonrasında yaşamak için bir ateş yakmam lazımdı yoksa ilerleyen günlerde hiç şansım yoktu. Yaşamak için planlar yaparken uyuya kalmışım. 


    Uyandığımda hissettiğim ilk şey sıcaklık oldu, mağaramın içinde küçük ama beni ısıtacak boyutta bir ateş yanıyordu. O an bunu kimin yakmış olacağını düşünmeden ateşin yanına yaklaşıp ısınmaya koyuldum, üşüyordum. Mağaramdan görüldüğü kadarıyla kar yağışı azalmıştı. Ateşin yanında ısınmaya çalışırken içeriye bir kadın girdi, göz göze geldik. Mağarama giren insanların kim olduğunu sorgulamayı bırakalı çok uzun zaman oluyordu çünkü yakın geçmişte mağarama girip çıkan geçici çok insan olmuştu. Diğerlerinden farklı olarak bu kadının yüzü çok tanıdık gelmişti ama kim olduğunu beynimin donmuş olmasından olsa gerek hatırlayamamıştım. Ateşin yanına oturdu ve sönmeye yüz tutmuş ateşi bizi biraz daha ısıtsın diye elindeki küçük odun parçaları ile besledi, bu havada ancak bu kadar besleyecek odun bulmuştu muhtemelen. Hala daha tek kelime etmemişti ki; kadının, onun kim olduğunu hatırladım. Bundan yaklaşık üç sene önce beraber avlanmaya çıktığım av eşimdi o. Pek çok ava çıkmış güzel yemekler yemiş, keşifler yapmış, sohbetler etmiştik ama bir gün yine ava çıktığımız günün birinde bir hayvanı, boyumuzun üç katı büyüklüğündeki bir hayvanı, hemen öldürmek yerine biraz eğlenmek istemiş olmamızdan dolayı köşeye sıkıştırmıştık. Canı yanan hayvan hayatına mal olacağını bildiği halde son hamlesi ile ona saldırmış ve onu feci şekilde yaralamıştı. Hayvanın saldırısına engel olamamıştım ama hemen akabinde onu öldürmüştüm. Hemen av eşimin yanına koşmuştum. Onun yanına gittiğimde nabzını hissetmeye çalıştığım ama hissedemediğim için çoktan öldüğünü düşünüp oradan kaçarak uzaklaşmıştım. Kaybettiğim ilk eşi öldürdüğüm hayvan ile yan yana bırakarak. Doğa acımaz bir yerdi ve günün birinde bunun olacağını biliyordum; ya o ya ben avlanırken ölecektik. İşte, o gün orada öldüğünü düşündüğüm kadın şimdi tam karşımda duruyordu ve içimdeki soğukluğu yaktığı ateş ile yok etmeye çalışıyordu. Bunun imkânsız olduğunu düşündüm. İmkânsızdı! bir ölünün yeniden canlanması biz ilkel, tek yönlü insanlar için imkânsızdı! 

    Onun öldüğünü düşündüğüm andan o anı takip eden üç sene boyunca aklımın hep bir köşesinde o olmuştu. Yaptığım hataları tekrar yapmamı engelledi, beni değiştirdi belki biraz hissizleştirdi, acımasız yaptı ama onun ölümü beni acımasız doğa karşısında güçlü kılmıştı. En yalnız olduğum dönemlerde bile onun ölüşü bana güçlü olmam gerektiğini hatırlattı. Bu şekilde değişmiş olmamın nedeninin altında hem benim onu düzgün koruyamamış olmam hem de onun düşüncesiz davranması vardı. Düşününce bu iki sebep onu ölüme götürmüştü ya da götürmüş olmalıydı, olmamış. Onu, bir zamanlar, karşımda bu şekilde sessizce oturmasından konuşacak çok şeyimiz olduğunu bilecek kadar iyi tanıyordum ve bu çağda; bu ilkel çağda birbirimizi anlamamız için, birbirimizle anlaşmamız için yeni kelimeler keşfetmemiz hatta yeni bir dil oluşturmamız gerekse bile onunla konuşmak istiyordum. 

     Dışarıda kar yağışı yeniden hızlanmıştı ve rüzgâr içeriye yeniden hücum ediyordu. Yaktığı ateş rüzgâra dayanacak güçte değildi ve o da soğuktan titremeye başlamıştı. Onun yaktığı ateşin sönmemesi ve onun da ısınması için ateşe atacak tek şeyim herhangi bir saldırı karşısında korunmak veya saldırmak için üzerimde taşıdığım sert odundan yapılmış asamdı. Eğer onun, o kadının gerçekten o olduğuna ve benimle yeniden avlanmak isteyeceğine inanırsam asamı ateşi beslemek için yakmaya hazırdım. Kim bilir belki bu kar yağışı durunca onun yaktığı ateşi büyütüp kara kışa aldırmadan bizi ısıtacağı güne kadar yanması için beraber odun toplamaya çıkarız.



MUTLAKADAM

15 Mart, 2017

Yardım Ekin'i


   (Bir yarışma için yazdığım ancak elemeyi geçip dereceye giremeyen yazımı buraya bırakarak ölümsüzleştiriyorum.)
 
    Telefonunun çaldığını geç olsa bile fark etmişti. Arayan Seher’di. Gelen çağrıyı cevaplamak için etrafını saran boğucu kalabalıktan sıyrıldı ve daha sessiz olan koridora çıktı; camın bulunduğu duvara doğru hızlı adımlarla yürüdü. Dün geceden soğumaya bıraktığı ses tellerini ısıtmak istercesine öksürdü; telefonu yavaşça kulağına götürdü ve gelen çağrıyı cevapladı. Telefonun öbür ucundaki ses sanki birden fazla Aykut’a sesleniyormuşçasına çaresiz bir ses tonuyla ‘’Aykut’’ dedi ama Seher’in ses tonundan tamamlamak istediği anlaşılan cümlenin arkası gelmedi. Aykut kafası karışmış bir şekilde neler olduğunu anlamaya çalışırken Seher oluşan sessizliğe daha fazla dayanamamış olacağından: ‘’O ölmüş’’ diye ekledi. Seher’in hıçkırıklarından ağladığı anlaşılıyordu. Aykut camdan dışarı baktı; İzmir'de gözyaşıyla karışık yağmur yağmaya başlamıştı.

      Bir nisan sabahına uykusunu almış, dinç bir şekilde uyanmıştı. Etrafında yapılacak türlü bir nisan şakalarını ve bunlara inanmayacağını düşünerek yüzünde hınzır bir gülümseme ile yatağından kalktı. Banyoya gidip bir süre aynada kendini inceledikten sonra elini yüzünü yıkadı ardından kahvaltısını etmek için mutfağa geçti. Çocukluğundan bu zamana kadar bir nisanları hep eğlenceli geçtiği için içinde bir huzur, bir sevinç, nedensiz bir mutluluk vardı. Kahvaltısını ederken her zaman yaptığı gibi sabah haberlerini izledi. Ülke gündeminde dün sabah saatlerinde yaşanan elektrik kesintisi, başkanlık sistemi ve Savcı Kiraz’ın öldürülmesiyle ilgili haberler vardı. Haberler içini karartmıştı; televizyonu kapattı, odasına gitti, pijamalarını değiştirdi ve işe gitmek için evden ayrıldı.

      İş yerine girdiğinde bir farklılık olduğunu sezdi; biraz düşünüp etrafına bakındığında iş yerine her zaman ondan önce gelen ve masasına kafasını koyup yarı uykulu bir şekilde mesai saatinin başlamasını bekleyen Hande çalışma masasında yoktu. İçinde bazı şeylerin ters gittiğine dair bir his oluşmuştu. Çalışma masasına geçti ve diğer çalışma masalarının dolmasını bekledi. Hande’nin masa arkadaşı Canan içeri girdiğinde Hande’nin neden gelmediği hakkında bilgisi olup olmadığı sordu ama Canan’ın da Hande’den haberi yoktu. Normalde doğal ortamlarından alıkonulup hayvanat bahçesinde parmaklıklar arkasına konan hayvanlar kadar mutsuz olan iş yeri çalışanlarının neşesi yerindeydi. Herkes birbirine şakalar yapmaya çalışıyordu. Her bir nisan sabahı öncesinde olduğu gibi çeşitli şaka aletleri yapılması planlanmıştı ama yine her bir nisan sabahı olduğu gibi bu düşünce teoride kalıp pratiğe dökülemeyecekti. O gün klasik bir nisan sabahı nasıl olması gerekiyorsa öyle devam ediyordu.

      Aldığı telefondan sonra Aykut şok geçiriyordu. Ne yapacağını bilmeden masasının bulunduğu koridoru dolduran kalabalığı yardı ve tuvalete koştu. Ağlamak, bağırmak, haykırmak istiyordu. Titremeye başlayan ellerini kontrol altına alarak musluğu açtı ve ‘’bu bir rüya olmalı, uyanmayalım’’ düşüncesiyle yüzünü yıkadı; değişen hiçbir şey olmamıştı. Hala daha iş yerinin tuvaletinde ne yapacağını bilmeden duruyor; mantıklı bir şekilde düşünmeye çalışıyordu. İlk iş olarak Hande’yi aradı. Hande, Ekin’in en yakın arkadaşıydı. Üçü birlikte birkaç defa bir şeyler yemişlerdi. Aykut’un Ekin ile tanışıklığı Hande’den geliyordu. Çok fazla vakit geçirmemiş olmalarına rağmen Ekin’e değer veriyordu. Hande ona sürekli Ekin’den bahsederdi. Beraber içmeye gitmelerini, hoşlandıkları çocukları kıskandırmak için yaptıkları planları ve bunun gibi birçok şeyi anlatır dururdu. Hande’nin bugün işe gelmeme nedenini Ekin’in vefat etmiş olması ile ilişkilendirmek Aykut için zor olmamıştı. Hande telefonu açtığında hıçkırmaktan çatallaşan sesi ile ‘’efendim’’ dedi ve ağlamaya başladı. Aykut, Hande’ye nerede olduğunu sordu; aklında onun yanına gitmek vardı. Hande, Ekin’in evinde olduğunu söylemeye kalmadan Aykut çantasını alıp iş yerinden ayrılmıştı.

      O sabahın bir nisan sabahı olmasından başka Aykut için bir önemi daha vardı. Katılacağı toplantı için tam bir haftadır hazırlık yapıyordu. Gecelerinin çoğunu araştırma ve telefon konuşmaları yaparak uyumadan geçirmişti. Bu toplantı kariyerindeki sıçrama noktası olması ihtimalinden dolayı Aykut için büyük bir önem arz ediyordu. İşinde terfi alması demek maaşının artması, mesai saatlerinin azalması ve tatil günlerinin sıklaşması demekti. Aykut özel bir firmanın satın alma bölümünde çalışan Yıldız Teknik Üniversitesi’nden mezun, sıradan olan yirmi yedi bin endüstri mühendisinden biriydi. Okumak istediği üniversiteden mezun olmuş ve istediği mesleği yapıyordu. Azimli, kararlı, geçmişi geçmişte bırakabilen biriydi. Bu karakteri onu sıradan olmaması için doğal bir içgüdüymüşçesine sürekli kendini geliştirmesi için itekliyordu. Bütün bu zahmete katlanmasının sebebi buydu.

      Aykut daha üç yaşında yetim kalmıştı. Çocukluğuna dair hatırladığı anılar pek içi açıcı şeyler de değildi. Aydın’ın Kuyucak ilçesinde: Kışın sobanın bile bulundukları odayı ısıtamadığı, tuvaletin dışarıda olduğu, büyükten hallice bahçesi olan iki katlı, genelde rutubet kokan, ahşap bir evde yokluk içinde büyümüştü. Annesinin, haylazlıklarından dolayı onu sık sık dövdüğü boş bulunduğu zamanlarda aklına gelir ve ruhu burkulurdu. Ağır bir sakatlık geçirip tam iyileşememiş gibi en ufak bir üzüntüde yeniden nükseden bir burkulma. Bu durumlarda kendi kendine acaba babam yaşasaydı; babam beni büyütseydi nasıl olur diye düşünüp dururdu. Babasının olmayışı, babasız büyümesi, zaman zaman annesinden nefret etmesi hayatının geri kalanında ona pek çok şeye dayanma ve direnme gücü veriyordu. Bulunduğu konuma yoksulluktan çıkıp gelmişti. Annesi ile dağlarda orkide, ıhlamur, incir gibi ilçe pazarlarında satılacak şeyleri toplayıp, topladıklarını satarak geçimlerini sağlamışlardı. İlkokul, ortaokulu Kuyucak’ta, liseyi ise Sivas’ın fen lisesinde yatılı olarak okumuştu. Üniversiteyi kazandığı ilk günü hatırlıyordu da o zamandan bu zamana kadar ne kadar çok şey değişmiş ve zaman geçmişti.

      Aykut iş yerinden çıkmıştı çıkmasına ama Ekin'in evinin nerede olduğunu bilmiyordu. Panikledi, içini kara haberi aldığı zamanki çaresizlik yeniden doldurmaya başlamıştı. Bornova'nın en işlek caddesinde, yağan yağmur altında ne yapacağını bilmez bir halde, sanki okula yeni başlayan bir çocuk gibi birilerinin onun aklını okumasını; ona yardım etmesini, elinden tutup götürmesini bekliyordu. Evin yerini öğrenmek için, sesini duyunca bulutlanan gözlerinin yağmur getireceğini bildiği halde, Hande’yi aradı. Aralarında geçen kısa konuşmanın ardından Ekin’in Atatürk Mahallesi’nde Gümüş Evler sitesinde oturduğunu öğrendi. Oraya gitmek için caddenin karşısına geçip dolmuşa bindi. Dolmuşa bindiğinde ‘’Gümüş evlerden geçer mi?’’  diye sorduğunda dolmuş şoförü Aykut’un sorusuna: ‘’Cenaze evine mi?’’ diye soruyla karşılık verdi. Dolmuş şoförünün bu tepkisinden oraya gitmeye çalışan ilk kişinin kendisi olmadığını anlamıştı. Soruya: ‘’Evet’’ diye cevap verdi ve boş bulunan koltuklardan birinin cama yakın olanına oturdu. Ne kadar yol gideceğini bilmediği yolculuğun ücretini uzatırken şoförün gözleriyle anlatmak istediği başın sağ olsun sessizliğini aynı şekilde gözleriyle sessiz bir şekilde cevapladı.

      Ekin, yabancı dile olan yatkınlığı ve ilgisinden dolayı kendini bu alanda geliştirmişti. Liseyi İzmir Cem Bakioğlu Anadolu Lisesi’nde, üniversiteyi ise Boğaziçi Üniversitesi Mütercim – Tercümanlık Bölümü’nde okumuştu. Çeşitli uluslararası şirketlerde çalışmış; çalıştığı şirketler adına yurt dışına iş görüşmelerine gitmişti. Yurt dışında yaşadığı deneyimler onun hayat geniş görüşlülüğüne çok şey katmış; gördüğü sosyal ortam, insan ilişkileri, sosyal yardım kurumlarındaki düzen ve aktiflik Ekin’in zaten doğuştan beri içinde olan insan sevgisini, insanlara yardım etme açlığını daha çok etkilemişti. Monoton bir şekilde sürüp giden hayatının sıradan bir gününde Twitter’da uygun ilik bulunamadığı için hayatını kaybeden on iki yaşında bir çocuğun olduğunu gördü. Bu Ekin’in yakın zaman içinde internet ortamında gördüğü kan hastalığının sebep olduğu beşinci ölümdü ve o an aslında insanların yardım etmekten ziyade vicdanlarını rahatlatmak için retweet yaptıklarını düşündü; retweet yapınca yardım ediyor, birilerinin hayatını kurtarıyormuş gibi bir nevi duygu tatmini yapıyorlardı. Öyle olmamak için kendine bir söz verdi; trombosit bağışı ile ilgili bir şeyler yapacaktı. Araştırmalara başladığında internette gördüğü istatistikler onu sersemletmeye yetmişti. Türkiye’de trombosit bağışı oranı dünyanın oldukça gerisindeydi. Olması gereken bağışçı sayısı bir buçuk milyon iken bu sayı sadece otuz bindi. Araştırmalar, proje çalışmaları eşliğinde saatler günleri, günler haftaları, haftalar ayları kovalarken eşinin ve çevresinde bulunan birkaç arkadaşının da desteği ile Kızılay bağlantılı bir sosyal yardımlaşma topluluğu kurmuşlardı. Amaçları trombosit bağışını arttırmak için gönüllü insanları bir araya toplayıp; çeşitli organizasyonlar, sunumlar ile toplumu bilinçlendirmekti.

      Aykut, dolmuşun penceresinden gördüğü dışarıda bulunan kalabalıktan Ekin’in evinin önüne geldiğini anladı. Dolmuş şoförünün seslenmesine fırsat bırakmadan dolmuştan inmek için kapının önüne geldi. İndiğinde Ekin’in çalıştığı şirkete ara sıra iş için gittiği zaman iki lafın belini kırdığı Onur Bey ve Burak Bey’i gördü. Birbirlerine baş sağlığı dilediler. Aykut, Ekin’in evine girmeden önce Hande’ye nerede olduğunu soran bir mesaj attı. Gelen cevap: ‘’İkinci katta merdivenin karşısındaki odada’’ şeklinde oldu. Evin kapısından içeriye girmeden önce kapının önüne sıralanmış ayakkabılara baktı; belki bu evin içinde, evin etrafında hiçbir zaman bir arada bulunamayacak Ekin’in en sevdikleri, Ekin’i en sevenler bir araya gelmişti. Aykut’un o an aklından geçen düşünce: Acıların pek çok duygunun yapamadığını yapıp dil, din, ırk fark etmeksizin insanları bir araya toplayabilme gücünün olduğu olmuştu. Ayakkabılarını çıkarıp diğer ayakkabıların yanına düzgün bir şekilde koydu ve üst kata çıkmak için merdivenlere yöneldi. Merdivenin bitimindeki odaya girmek için kapıyı çaldı ve içeri girdi. Yatağın üstünde Hande ile Ekin’in arkadaşı olan Uğur, kapının yanında Ekin’in kuzeni, Yatağın önünde Hande ve Hande’nin karşısında Aykut’un iki sene önce aynı şirkette beraber çalıştığı Kemal vardı. Odadaki herkes sigara içiyordu ve gözleri ağlamaktan kızarmış vaziyetteydi. 

      Ekin, sosyal yardımlaşma projesine başlayalı daha iki yıl olmuşken lenf kanserine yakalanmıştı. Üstelik kansere yakalandığında yirmi yedi yaşında ve sekiz buçuk aylık hamileydi. Ailesi, eşi ve arkadaşları bu haberi Ekin’den birkaç gün önce öğrenmiş ve bir şey yokmuş gibi davranmak zorunda olmanın çaresizliğine katlanmak zorunda kalmışlardı. Ekin’in ilk duyduğu zaman ‘’hayatın cilvesi böyle bir şey olsa gerek’’ diye düşündüğü kötü haberi ailesi Ekin’e verdikten sonra tedavilerinin başlaması için Ekin’in hastaneye yatması gerekiyordu. Haberi aldığının ertesi günü hastaneye yattı. Herkesin üzerinde bir güçlü görünme, benim üzüldüğümü kimse görmesin, kimse üzülmesin maskesi vardı. Güçlü görünmeye çalışırken güçlü olmuşlardı ya da öyle sanıyorlardı. Doktorları bu kadar ağır tedaviye rağmen Ekin’in güçlü olduğunu, bu zor tedavileri vücudunun kaldırabildiğini söyleyip duruyorlardı. Tedavisine başlandıktan on beş gün sonra sağlıklı bir doğum ile erkek çocuğu dünyaya getirdi. Güçlü ve kuvvetli olduğu için ona Demir adını verdiler. Doğumdan sonra kemoterapi tedavisi başladı ve kemoterapi tedavisi ilerledikçe önce kirpikleri sonra da saçları dökülmeye başlamıştı ama dökülen her saç teli Ekin’in umudunun daha güçlü bir şekilde çıkmasına sebep oluyordu. Kendini her zaman doğmuş olan çocuğuyla ve eşiyle geçireceği zamanlar olduğu, kanserli çocuklara umut, onlara bir okyanus kıyısındaki ışık yayan deniz feneri gibi olacağı inancıyla motive ederdi. Hastanede olduğu süreç içinde yattığı yatağından eşi ile beraber sosyal yardımlaşma topluluğu için videolar çekti ve topluluğa destek olmaya devam etti. Projenin yürütmesini eşi devralmıştı. Konferanslara eşi gidiyor; herkese biricik karısı, sevgilisi, yol arkadaşı Ekin’in hikâyesini anlatıyordu. Hastalara güçlü olmaları için bir sebep, bir neden gösteriyordu. Bir gün doktoru tedavilere vücudunun artık olumlu cevap vermediğini ve başvurulan son çare olan ilik naklinin gerektiğini söylediler. Bu Ekin’inde çok iyi bildiği gibi, maalesef, uygun donör bulunması nadir olan bir şeydi ve kendisini de yola bu yüzden çıkmıştı. Doktorunun uygun ilik gerekliliği kararından sonra hastane tarafından uygun eşleşme olup olmadığını saptamak için Türkök ve yurt dışındaki kök hücre banklarına başvuruldu ama geçen uzun süreçte uygun donör bulunamadı. Işık olmak için çıktığı yolda Ekin ışığa karışmıştı. 

           Cenaze arabası evin önüne geldiğinde yağan yağmur toprağa, feryatlar havaya karışıyordu. Kimsenin ayakta duracak hali olmadığı halde herkes birbirini teselli etme çabasındaydı. Aykut, Hande’ye ona destek olmak istercesine yaslanmış; yeni dikilen fidanlara bağlanan sopa gibi hüzün rüzgârının onu kırmasını önlemeye çalışıyordu. Yan yana, omuz omuza dururken; ikisi de yaşlı gözlerle Ekin’i bu fani dünyadaki son yolcuğuna götürecek cenaze arabasına doğru dalmışlardı. Hande’nin boş gözlerle sorduğu: ‘’İyi misin?’’ sorusuna Aykut: ‘’İyiyim’’ diye cevap verdi geçiştirmek ve bir şeylerin iyi olmasını istercesine. Aynı soruyu Hande’ye sorma ihtiyacı bile duymamıştı çünkü Hande’nin nasıl olduğunu kendisinin bile bilmediğini biliyordu. Yeşil renkli cenaze arabasının motoru veda vaktinin geldiğini bildirircesine gürledi, yavaş yavaş arkasındakileri de alarak gözden kayboldu. Aykut gökyüzüne baktı; gök gürledi, yağmur hızlandı yağdı onun içine.


31 Mart 2015’te kaybettiğimiz arkadaşımız Ekin Ekren’e ve 29 Kasım 2016 tarihinde kaybettiğimiz ‘’Belki de Sensin’’ kurucularından Merve Dilara Kurt’a ithafen. 
19.12.2016
 -Mutlakadam-  

13 Aralık, 2016

09.55 (O'na Beş Kala)


Kalabalıktan Yükselen Sesler (Bölüm 1)


      Yorucu bir iş gününün ardından yürüme mesafesi ile on dakika uzaklıkta olan evine doğru ağır adımlar ile yürümeye başladı. Onu karşıdan gören biri yüzüne bakarak rahatlıkla bir sıkıntısı olduğunu söyleyebilirdi ama bir sıkıntısı olmadığını düşünüyordu ya da varsa bile ne olduğunu bilmiyordu. Öğle saatlerinde yağan yağmur sebebiyle yerler ıslaktı ve yağan yağmurdan dolayı kasımın soğukluğu bir nebze de olsa kırılmıştı. Evine doğru giderken yolun son beş dakikalık kısmına geldiğinde ileride bir kalabalığın toplanmış olduğunu gördü sadece o da değil, karşıdaki apartmanın pencerelerinde de insanlar vardı herkes hipnotize olmuş gibi karşılarında duran binanın teras katındaki bir noktaya bakıyordu. Cenk altında kuaför bulunan, sıvası yağmurdan şişmeye başlamış ve krem renkli boyası eskimeye yüz tutmuş olan yedi katlı bu binayı çok iyi tanıyordu, kalabalığın toplanmış olduğu yere doğru adımlarını hızlandırdı. Binaya yaklaştıkça uzaklardan gelen siren sesleri de daha belirgin olmaya başlamıştı. Cenk'in kafasındaki düşünceler yerini bu olay hakkındaki yorumlarına bırakmış neler olduğunu anlamaya, olanlara bir anlam vermeye çalışıyordu. Binaya yaklaştıkça teras katında 1.65 boylarında bir kadının durduğunu artık seçebiliyordu. Cenk kalabalığın içine girdiğinde terasta duran kişinin hem en yakın arkadaşı hem sevdiği kadın olan Mine olduğunu anladı. Bir süre öylece bakakaldı. Kalabalığın içinden yapma, atlama diyen sesler yükseliyordu bir işe yaramasını umut eden tonlarda. Cenk bir şeyler yapması gerektiğini düşündü. Şoku atlattıktan sonra, yaralıyken bulunan ve uzun süre tedavi gören; tedaviden sonra okyanusun soğuk sularına bırakılan yunus balığının okyanus sularını yardığı gibi, toplanan kalabalığı yardı ve apartmanın içine girdi. Arkasında bıraktığı kalabalıktan içeri girip Mine’yi ikna etme girişiminde bulunan bir kaç kişi olmuş ama hiçbiri etkili olmamıştı. Kapıda duran ve Mine’nin kuzeni olan Selim, Cenk'i tanıdı ve bulutlu gözler ile Cenk'e yalvarırcasına "bir şeyler yap" der gibi baktı. Cenk apartmanın içine girdiğinde küçükken Mine ile apartmanın içinde oynadığı oyunlar aklına geldi. Bu oyunlardan biri; binanın yüksekliğine oranla sayısı oldukça fazla ve aynanda yan yana iki kişinin geçemeyeceği kadar dar olan basamakları saymak ile ilgili olduğu için en alt kattan teras katına kadar 202 basamak olduğunu anımsadı. Terlemeye başlamıştı, dalgalı siyah saçlarının yan tarafında toplanmaya başlayan ter damlaları yer çekimine meydan okurcasına; yirmi iki yaşında olmasına rağmen Cenk'i beş altı yaş daha büyük gösteren kırışık yüz hatlarında durmaya devam ediyordu. Cenk merdivenleri çıkmaya başladı; bunu yaparken Mine ile geçirdiği zamanları sanki her basamakta yeniden yaşıyormuş gibi bir ifade bürümüştü yüzünü. Teras katına geldiğinde terasa açılan kapıyı açmadan önce Mine ile küçükken gittiği yüzme kursunda öğrettikleri gibi burnundan derin bir nefes aldı ve burnundan aldığı; içinde apartmanın her metreküpünü dolduran nem kokusuyla bir bütün olmuş olan küf kokulu havayı ağzından yavaş yavaş sakinleşinceye kadar üç dört defada verdi. İçine dolan ağır hava ciğerlerinin parçalanıyor gibi hissetmesine neden olmuştu. Kulak tırmalayıcı seviyeye gelen siren seslerinden ambulans mı yoksa polis mi olduğunu anlayamadığı araçların binanın önüne geldiği öngörüsünde bulundu. Kapıya doğru uzanan Cenk'in elleri sıcak bir sobaya ilk kez dokunacak bir çocuk edasıyla canının yanıp yanmayacağını bilmeden terasın kapısını yavaşça açtı ve yılların verdiği yıpratıcılık ile eskiyen kapı menteşeleri Cenk'in geldiğini bildirircesine gıcırdadı. 



MUTLAKADAM

30 Eylül, 2016

Subjektif Gözlem


      Yaşanması gerekiyordu, yaşandı ve bitti dedi kadın karşısında onu dinleyen adama. Onca yaşanmışlığı yok saymak istercesine, dalga geçercesine, yaptığımız seçimlerin hayatımıza yol verdiğinin farkında olmadan, geçen onca zamana rağmen kaybedilenin bir daha kazanılamayacağını idrak edemeden, sadece kendi duyguları önemliymiş gibi ya da seçimlerinin sadece kendi hayatına yol verdiğini düşünerek.

    Mavi duvarlar ile çevrilmiş, havaya karışan yoğun olmayan kahve kokusu altında; kare masalara sahip çok büyük olmayan bir kafede karşımdaki masada oturuyorlardı. İstemeden kulak misafiri olmuştum çiftin konuşmasına. Çift olduklarından emin değildim ya da bir zamanlar çift olup şimdi tektiler. Adam 1.80 boylarında, az biraz ağarmaya başlamış gür siyah saçlara sahipti. Üzerinde spor sayılabilecek kıyafetler vardı ve karşısında oturan insan ondan hayatının en önemli şeyini çalıyormuş gibi sürekli saatine bakıyordu.

    "Ben seninle kırgın kalmak istemiyorum." dedi kadın. "Yaşanan her şeyde benim kadar senin de suçun var, kimse sütten çıkmış ak kaşık değil." diye ekledi. Bütün bunları söylerken sadece kendinin hatalarını kabul ettiğini, bazı şeyleri atlatmak için sadece kendisinin çabaladığını , sadece kendisinin kötü günler geçirdiğini ya da kendisi mutluyken karşısındaki insanın mutsuz olmuş olabileceğini düşünmeden.

Adama dışarıdan bakan biri bedeninin orada olduğunu görebilirdi ama aklının orada olmadığı konuşmanın o kadar ilgisini çekmediğini gözlerinin uzaklara dalmasından anlayabilirdi. Yüzünün ifadesi; çok sevdiği oyuncak elinden alınmış bir çocuk, sevdiği oyuncak elinden alınmış bir çocuk, sevdiği elinden alınmış bir çocuk gibi kızmak ve ağlamak arasında bir yerlerdeydi. Telefonu çalsa ya da bir bahane olsa bir dakika bile orada durmayacağını anlamak zor değildi.

    "Senden sonra çok şey oldu, farklı insanlar da girdi hayatıma ama aramızdaki ilişkinin kıymeti hiç eskimedi." dedi kadın. Yaşanan şeylerin değeri tek taraflı belirleniyormuş gibi 'manevi' enflasyonu hesaba katmadan, bir taraf için değerli olan şeyin aslında diğer taraf için zamanla değer kaybettiğini, daha az değerli olduğunu düşünmeden, kendini dış dünyaya kapatmış üçüncü Dünya ülkesi gibi, etrafında olanlardan habersiz sadece kendisinin önemli olduğunu, başkalarının hayatında da bir şeyler olmuş olabileceğini düşünmeden.

      Konuşma adamın ilgisini çekmiş olacak ki yüzünde bir hareketlenme oldu. Ufak bir gülüştü bu. Sessizliğini bozmak istemişti anlaşılan adam. Kalabalık bir gruba seslenecek edasıyla öksürdü, sesini ayarladı. Söylemek istediği çok şeyi olduğunu düşündüm sanki o ana kadar hep susmuş şimdi hepsini söylemek ister gibi görünüyordu. Tam o sırada hiç beklemediğim bir şey yaptı ve ayağa kalktı, masaya içilen çayların parasını karşılaşacak kadar parayı yavaşça bıraktı. Her şeye rağmen bütün sustuklarını aldı, geldiğinden beri yaptığı gibi tek kelime etmeden kapıya doğru yöneldi ve yavaşça gözden kayboldu.




MUTLAKADAM



''Yaşanmış bir olaydan esinlenilmiştir.''

01 Eylül, 2016

Aykırı Bir Yazı


''İnanmıştım'' dedi adam karşısında oturan yada oturduğunu düşündüğü hayali dostuna.
 gerçeklik algısında sorunlar başlayalı aylar olmuştu.
 Cevap verdi dost :'' İnanmıştım demek ne kadar üzücü lan !'' 
   Kahkaha attı adam ağlanacak haline gülmek istercesine
 Adam Önünde duran kadehe baktı bir kelebeğin kadehe düşüşünü izledi
 bağırdı dost adama Bir kelebek düştü rakı kadehine kurtarmayacak mısın onu?
aslında kelebek adamdı, adam düşmüştü kadehe
 ve seslendi kelebeğe ''hey kurtarmayacak mısın rakı kadehinin içindekini''
Dost çıkardı kadehin içindekini 
bıraktı gökyüzüne
gök gürledi
yağmur başladı
                 yağdı adamın içine


MUTLAKADAM