09 Temmuz, 2019

Uzun Sürmüş Bir Gecenin Sabahı


İki insan oturmuştu bir yemek masasına, dünya denen savaş meydanından uzakta Tatar Çölü'nün ortasında, sonsuzluğun sonuna yakın saklı bir konumda. biri dişi biri er, önlerinde rom ve şarap, yanında laganon; arkalarında kılıç ve kalkan; yukarıda gece güneşi, yıldızlar ve bulutlar.


Uzun süredir savaş meydanlarında olan adem oğlu ve Havva kızı vücutlarında taşıdıkları zırhların ağırlığını kemiklerine kadar hissediyorlardı, en çok da omuzlarında. Zırhları olmadan dolaşmanın nasıl bir şey olduğunu bile unutmuş olabilirlerdi. Zırhlarını ok geçirmez, kılıç kesmez -kusursuz- sanıyorlardı ama daha sonra zırhlarının kusurlarla dolu olduğunu; kusursuz olanın zırhlarının değil bu zamana kadar bütün darbelerden sıyrılmalarını sağlayan manevra yetenekleri olduğunu yemekten sonra yara aldıklarında anlayacaklardı.

Masaya oturduklarında er kişinin kılıcını ölümcül şekilde savuracağını sanıyordu Havva Kızı; bu yüzden sol elinin parmakları usulca kalkanına temas ediyordu gelebilecek saldırıdan korunmak için. 

Adem Oğlu dişi kişiden gelecek saldırılara karşı kılıcını kınına kendini savunabilecek şekilde yerleştirmişti gelmeden önce, en iyi savunmanın öldürmek olduğu bilinci ile.


    Biralarını kaldırıp bir kaç defa havada salladıktan sonra anın şerefine tokuşturdular. Suya susamış ceylan misali birbirlerine susamışlardı. Onlarca insanın bulunduğu mekânı kahkahaları dolduruyordu kimseleri umursamadan. "Sen hep böyle neşeli misin?" diye sordu Aylin. Hüseyin'in yüzüne alaycı bir gülümseme yerleştirdi, arkasına yaslandı, sigarasından bir duman çekti ve yüzüne takındığı alaycı gülümsemesinin hakkını verecek şekilde cevap verdi: " Hayatı ciddiye almayı bıraktığım zaman yani genellikle evet." İlk defa görüşmüş olmalarına rağmen birbirlerini uzun zamandır tanıyor gibi hissediyorlardı. Aylin stresini azaltmak için sürekli olarak tırnakları ile oynuyor, önünde bulunan kâğıt tomarının canına okuyordu.

    Gözlerinde dışardan bakan herhangi bir canlının bile fark edebileceği bir ışık yanıyordu, denizde kaybolmasınlar diye mürettebatı uyaran deniz fenerinin ışıkları kadar belirgin bir ışık. Işık parlak ve güçlüydü ancak kaptanlar o fenerin yakınında kayalık olduğunu bilirlerdi ve alabora olmamak için deniz fenerine yaklaşmazlardı. Aylin ve Hüseyin için ise durum şu an tam tersiydi, alabora olmak için birbirlerinin gözlerinde yanan fener ışığına yelkenler fora şekilde ilerliyorlardı.

    "Uzun zamandır bu kadar çok gülmemiştim." Dedi Aylin aklından karşında oturan tanıdık yabancıya sarılma istediğini bastırmak istercesine. Hüseyin sezmişti bu hissi ve "istediğin zaman sarılabilirsin bana." dedi Aylin'e. O an sanki bütün kalabalık susmuş, dünya durmuştu. Aylin'in yüzünde uzun süre denizde yol aldıktan sonra kara gören mürettebat şaşkınlığı vardı; hem şaşkın hem mutlu. Geçmişte kaybettiği kendini bulmuş gibi hissediyordu.

    Kanlarını işgal eden, vücutlarını dolduran alkolün etkisiyle hesabı ödeyip vedaşlamak için mekandan çıktılar, dışarıda ahmak ıslatan yağıyordu. İkiside gemilerini kendilerini umursamazca deniz fenerine doğru sürüyorlardı.




Savaşçılar yemekten sonra vedalaşırlardı. Kalkanlarını giyerler, silahlarını kuşanırlar ve savaş meydanında bir daha karşı karşıya gelmek istemeyecekleri bir içtenlikle yollarını ayırırlardı. Bir daha karşılaşmak istememelerinin sebebi sonraki karşılaşmanın bir daha bu şekilde olmayacağını bilmeleriydi ve savaş meydanında karşılaşırlarsa kendilerini ve temsil ettiklerinin onurunu korumak için ikisinden biri diğerini öldürmek zorunda olmasıydı. 



    Aylin ve Hüseyin ahmak ıslatan altında günün sonunu getireceklerini düşündükleri, ikisini de bir süreliğine uzaklaştıkları hayatlarına geri yollayacak otobüs duraklarına doğru yürüyorlardı.Kanlarında dolaşan ve vücutlarına girdikleri andan itibaren sinir sistemine hücum eden alkolden dolayı etkilenmeye başlamışlardı, dengede durmak için birbirlerinin kollarına girmişlerdi farkında olmadan. İkisinin de aklındaki düşünce bu gecenin burada bitecek olmasının zaten yarım hissettikleri benliklerinin yarım kalmışlığını pekiştireceği düşüncesiydi.

    Yarım kalmışlığın sebebi neydi, kimdi,kimlerdi, asıl istediklerini başka bedenlerde, zihinlerde yaşamış olmaları mıydı? Yoksa biralarını beraber yudumlayana kadar eksik yanlarını korumuş olmaları mıydı? Kim bilir belki her ikisi birden olabilirdi.

    Ahmak olacak kadar ıslandıktan sonra Hüseyin Aylin'e kendisine gitmeyi teklif etti. Aylin'in ona büyük bir güven duyduğunu biliyordu ve bu güveni suistimal etmekten ziyade Aylin'e ona güvenerek ne iyi ettiğini göstermek niyetindeydi. Aylin'e kendisine gitmeyi teklif ederken Aylin'in evinin uzak oluşunu bahane etmişti ama aslında olan Aylin'in yanından gitmesini istememesiydi.

    Bir taksi çevirdiler, eve doğru yol almak için. Aylin taksinin beşiği andıran sarsıntıları ile kafasındaki düşüncelerden kaçmak istercesine uyumak üzereydi. Yolları çok uzun olmamasına rağmen bir anlığına da olsa hayal dünyasına kaçmak için yeterli vakit vardı. Hüseyin'in koluna sarıldı ve kısa bir hülyaya daldı. Aylin gözlerini açtığında eve gelmişlerdi bile. hiç hayal etmediği bir şeydi bu ya da aslında hep hayalini kurduğu ama olmayacağını düşündüğü için çoktan unuttuğu bir şey.

    Hüseyin uzun zamandır tek başına yaşıyordu ama geleni gideni hiç eksilmez, muhakkak evde bir ses olurdu. Tek yaşamayı sevmesinin sebebi canı ne zaman isterse kafa dinleyebilmesi, kendine zaman ayırabilmesiydi. Hüseyin'in kara kalem resim çizmek, müzik yapmak gibi oldukça yüksek konsantrasyon isteyen hobileri vardı. sahip olduğu bu hobiler onu günlerin stresinden kurtarıyordu.

    Aylin'in de Hüseyin'den eksik kalır bir yanı yoktu, akıcı olarak İspanyolca konuşur, düzenli aralıklarla yurt dışına gezmeye giderdi. Bu zamana kadar kendisinin en çok etkilendiği yerin Roma olduğunu söyler ve sevdiği insanlara Roma'yı göre bir terasın tepesinde çekildiği fotoğrafları göstermekten hiçbir zaman sıkılmazdı buna rağmen herkesin bildiği gibi kendisi de çok iyi biliyordu ki Paris'e gittiği zaman oraya aşık olacaktı. Aylin kendine verdiği sözleri tutmak konusunda çok başarılı bir insan olduğu için Paris'e gidip oraya aşık olmak için karşısına çıkacak beyaz atlı prensini bekliyordu, beraber aşık olmak için.

    Eve girip çoktan karşı karşıya oturmuşlardı. Gemilerini kontrolsüzce kayalıklara doğru sürdüren alkolün etkisi gittikçe azalmıştı ve mantıklı düşünmeye başlamışlardı. Bir anlaşma yaptılar ve bu anlaşmanın adına ''Yedi'' anlaşması dediler. Bu anlaşmaya göre bu gece bu evde konuşulan her şey yaşanmamış sayılacak ve bir daha görüşmeyeceklerdi. 



Savaşçılar yanılmamışlardı, yemeğin sonunda iki ruhsuz beden ayrılacaktı bu masadan, yenilen laganon ve içilen şarabın ardından. Bunun fakına vardıklarında manevra yeteneklerini kaybedip ilk yaralarını almıştı savaşçılar. Usul usul kanamaya başlamıştı bile bedenleri. 


Laf lafı açtı; istekler lafları kapattı, dilekler hayalleri araladı; riskler hayalleri kapattı, gözler gönülleri açtı; sözler gönülleri kapattı. Beklenmedik, kaza ile aşk doğdu ama imkansızlığa mahsurdu bu aşk. önce Havva Kızı veda etti Arda'ya sonra Adem Oğlu.

Gece bitti, ay battı, gözler kapandı, güneş uyandı, savaş bitti.


MUTLAKADAM

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumunuz için teşekkürler.