09 Temmuz, 2019

Uzun Sürmüş Bir Gecenin Sabahı


İki insan oturmuştu bir yemek masasına, dünya denen savaş meydanından uzakta Tatar Çölü'nün ortasında, sonsuzluğun sonuna yakın saklı bir konumda. biri dişi biri er, önlerinde rom ve şarap, yanında laganon; arkalarında kılıç ve kalkan; yukarıda gece güneşi, yıldızlar ve bulutlar.


Uzun süredir savaş meydanlarında olan adem oğlu ve Havva kızı vücutlarında taşıdıkları zırhların ağırlığını kemiklerine kadar hissediyorlardı, en çok da omuzlarında. Zırhları olmadan dolaşmanın nasıl bir şey olduğunu bile unutmuş olabilirlerdi. Zırhlarını ok geçirmez, kılıç kesmez -kusursuz- sanıyorlardı ama daha sonra zırhlarının kusurlarla dolu olduğunu; kusursuz olanın zırhlarının değil bu zamana kadar bütün darbelerden sıyrılmalarını sağlayan manevra yetenekleri olduğunu yemekten sonra yara aldıklarında anlayacaklardı.

Masaya oturduklarında er kişinin kılıcını ölümcül şekilde savuracağını sanıyordu Havva Kızı; bu yüzden sol elinin parmakları usulca kalkanına temas ediyordu gelebilecek saldırıdan korunmak için. 

Adem Oğlu dişi kişiden gelecek saldırılara karşı kılıcını kınına kendini savunabilecek şekilde yerleştirmişti gelmeden önce, en iyi savunmanın öldürmek olduğu bilinci ile.


    Biralarını kaldırıp bir kaç defa havada salladıktan sonra anın şerefine tokuşturdular. Suya susamış ceylan misali birbirlerine susamışlardı. Onlarca insanın bulunduğu mekânı kahkahaları dolduruyordu kimseleri umursamadan. "Sen hep böyle neşeli misin?" diye sordu Aylin. Hüseyin'in yüzüne alaycı bir gülümseme yerleştirdi, arkasına yaslandı, sigarasından bir duman çekti ve yüzüne takındığı alaycı gülümsemesinin hakkını verecek şekilde cevap verdi: " Hayatı ciddiye almayı bıraktığım zaman yani genellikle evet." İlk defa görüşmüş olmalarına rağmen birbirlerini uzun zamandır tanıyor gibi hissediyorlardı. Aylin stresini azaltmak için sürekli olarak tırnakları ile oynuyor, önünde bulunan kâğıt tomarının canına okuyordu.

    Gözlerinde dışardan bakan herhangi bir canlının bile fark edebileceği bir ışık yanıyordu, denizde kaybolmasınlar diye mürettebatı uyaran deniz fenerinin ışıkları kadar belirgin bir ışık. Işık parlak ve güçlüydü ancak kaptanlar o fenerin yakınında kayalık olduğunu bilirlerdi ve alabora olmamak için deniz fenerine yaklaşmazlardı. Aylin ve Hüseyin için ise durum şu an tam tersiydi, alabora olmak için birbirlerinin gözlerinde yanan fener ışığına yelkenler fora şekilde ilerliyorlardı.

    "Uzun zamandır bu kadar çok gülmemiştim." Dedi Aylin aklından karşında oturan tanıdık yabancıya sarılma istediğini bastırmak istercesine. Hüseyin sezmişti bu hissi ve "istediğin zaman sarılabilirsin bana." dedi Aylin'e. O an sanki bütün kalabalık susmuş, dünya durmuştu. Aylin'in yüzünde uzun süre denizde yol aldıktan sonra kara gören mürettebat şaşkınlığı vardı; hem şaşkın hem mutlu. Geçmişte kaybettiği kendini bulmuş gibi hissediyordu.

    Kanlarını işgal eden, vücutlarını dolduran alkolün etkisiyle hesabı ödeyip vedaşlamak için mekandan çıktılar, dışarıda ahmak ıslatan yağıyordu. İkiside gemilerini kendilerini umursamazca deniz fenerine doğru sürüyorlardı.




Savaşçılar yemekten sonra vedalaşırlardı. Kalkanlarını giyerler, silahlarını kuşanırlar ve savaş meydanında bir daha karşı karşıya gelmek istemeyecekleri bir içtenlikle yollarını ayırırlardı. Bir daha karşılaşmak istememelerinin sebebi sonraki karşılaşmanın bir daha bu şekilde olmayacağını bilmeleriydi ve savaş meydanında karşılaşırlarsa kendilerini ve temsil ettiklerinin onurunu korumak için ikisinden biri diğerini öldürmek zorunda olmasıydı. 



    Aylin ve Hüseyin ahmak ıslatan altında günün sonunu getireceklerini düşündükleri, ikisini de bir süreliğine uzaklaştıkları hayatlarına geri yollayacak otobüs duraklarına doğru yürüyorlardı.Kanlarında dolaşan ve vücutlarına girdikleri andan itibaren sinir sistemine hücum eden alkolden dolayı etkilenmeye başlamışlardı, dengede durmak için birbirlerinin kollarına girmişlerdi farkında olmadan. İkisinin de aklındaki düşünce bu gecenin burada bitecek olmasının zaten yarım hissettikleri benliklerinin yarım kalmışlığını pekiştireceği düşüncesiydi.

    Yarım kalmışlığın sebebi neydi, kimdi,kimlerdi, asıl istediklerini başka bedenlerde, zihinlerde yaşamış olmaları mıydı? Yoksa biralarını beraber yudumlayana kadar eksik yanlarını korumuş olmaları mıydı? Kim bilir belki her ikisi birden olabilirdi.

    Ahmak olacak kadar ıslandıktan sonra Hüseyin Aylin'e kendisine gitmeyi teklif etti. Aylin'in ona büyük bir güven duyduğunu biliyordu ve bu güveni suistimal etmekten ziyade Aylin'e ona güvenerek ne iyi ettiğini göstermek niyetindeydi. Aylin'e kendisine gitmeyi teklif ederken Aylin'in evinin uzak oluşunu bahane etmişti ama aslında olan Aylin'in yanından gitmesini istememesiydi.

    Bir taksi çevirdiler, eve doğru yol almak için. Aylin taksinin beşiği andıran sarsıntıları ile kafasındaki düşüncelerden kaçmak istercesine uyumak üzereydi. Yolları çok uzun olmamasına rağmen bir anlığına da olsa hayal dünyasına kaçmak için yeterli vakit vardı. Hüseyin'in koluna sarıldı ve kısa bir hülyaya daldı. Aylin gözlerini açtığında eve gelmişlerdi bile. hiç hayal etmediği bir şeydi bu ya da aslında hep hayalini kurduğu ama olmayacağını düşündüğü için çoktan unuttuğu bir şey.

    Hüseyin uzun zamandır tek başına yaşıyordu ama geleni gideni hiç eksilmez, muhakkak evde bir ses olurdu. Tek yaşamayı sevmesinin sebebi canı ne zaman isterse kafa dinleyebilmesi, kendine zaman ayırabilmesiydi. Hüseyin'in kara kalem resim çizmek, müzik yapmak gibi oldukça yüksek konsantrasyon isteyen hobileri vardı. sahip olduğu bu hobiler onu günlerin stresinden kurtarıyordu.

    Aylin'in de Hüseyin'den eksik kalır bir yanı yoktu, akıcı olarak İspanyolca konuşur, düzenli aralıklarla yurt dışına gezmeye giderdi. Bu zamana kadar kendisinin en çok etkilendiği yerin Roma olduğunu söyler ve sevdiği insanlara Roma'yı göre bir terasın tepesinde çekildiği fotoğrafları göstermekten hiçbir zaman sıkılmazdı buna rağmen herkesin bildiği gibi kendisi de çok iyi biliyordu ki Paris'e gittiği zaman oraya aşık olacaktı. Aylin kendine verdiği sözleri tutmak konusunda çok başarılı bir insan olduğu için Paris'e gidip oraya aşık olmak için karşısına çıkacak beyaz atlı prensini bekliyordu, beraber aşık olmak için.

    Eve girip çoktan karşı karşıya oturmuşlardı. Gemilerini kontrolsüzce kayalıklara doğru sürdüren alkolün etkisi gittikçe azalmıştı ve mantıklı düşünmeye başlamışlardı. Bir anlaşma yaptılar ve bu anlaşmanın adına ''Yedi'' anlaşması dediler. Bu anlaşmaya göre bu gece bu evde konuşulan her şey yaşanmamış sayılacak ve bir daha görüşmeyeceklerdi. 



Savaşçılar yanılmamışlardı, yemeğin sonunda iki ruhsuz beden ayrılacaktı bu masadan, yenilen laganon ve içilen şarabın ardından. Bunun fakına vardıklarında manevra yeteneklerini kaybedip ilk yaralarını almıştı savaşçılar. Usul usul kanamaya başlamıştı bile bedenleri. 


Laf lafı açtı; istekler lafları kapattı, dilekler hayalleri araladı; riskler hayalleri kapattı, gözler gönülleri açtı; sözler gönülleri kapattı. Beklenmedik, kaza ile aşk doğdu ama imkansızlığa mahsurdu bu aşk. önce Havva Kızı veda etti Arda'ya sonra Adem Oğlu.

Gece bitti, ay battı, gözler kapandı, güneş uyandı, savaş bitti.


MUTLAKADAM

25 Kasım, 2018

Yıkım



Savaşların başlangıcı yıkımdır. Bir insanın da, bir topluluğun da, bir devletin de savaşı yıkımla başlar. Yıkım iyiyi kötü; beyazı siyah; zayıfı güçlü kılar. Yıkımın doğası budur. Bütün kötüler bununla doğar ve kötüler her zaman kazanır. Kötülerin kazanmasının sebebi bir fizik kanunu değildir ama bütün kötülerin bir kanunu vardır; bu kanunun ilk maddesine göre de sınırları keskin bir şekilde bellidir. Sınırlarını geçenlere acımazlar ve hep ileriye giderler ne pahasına olursa olsun daima ileriye. 


      İnsanlar onurları için yaşar, bunun için savaşır ve bunun için ölürler, en azından birçoğu. En onurlu insanlar giriş paragrafında bahsettiğim sebeplerden dolayı kötü olanlardır. Belirsizlikleri sevmezler nettirler ve hayat görüşleri vardır. Hepimizin atladığı nokta onurumuzu zedelen bir durum olduğunda bunun acısını hıncını etrafımızdaki insanlardan çıkarmaya çalışmamızdır. Herkesin bir katanası vardır ama bazılarımızı diğerlerimizden farklı kılan şey bu katanayı kullanma şeklimizdir. Kendi onurumuzu biz kendimiz kırarız, kendimizi küçük düşürür, saçma hatalar yaparız ve bunların sonucunda bizi farklı kılan şeyi yapar ve katanayı başkasına değil de kendimize doğru savururuz. Biz kim miyiz? Biz tabi ki kötüleriz, herkese göre, sadece belli etmeyiz.

    Her şey yazın son günlerinde ağustosun eylüle bıçak dayadığı zamanlarda başladı. Bütün beyazların kirlendiği, bütün iyilerin toprağa döndüğü bir savaşın başlangıcıydı bu. Uzaktaki köylerin birinden dumanların yükseldiğini gördüm. Bir terslik olduğu belliydi. Dürbünümün ucunu dumanın geldiği köye doğru çevirince neredeyse bütün köyün yandığını ve yerlerde ölüler olduğunu gördüm. Savaşın bizim yaşadığımız çevreyi etkileyeceğini önceden biliyorduk ancak bu kadar erken geleceğini tahmin etmemiştik.

    Nöbetçi olduğum kalenin kulesinden aşağıya indim ve kalenin önde gelenlerine haberleri ilettim. Dakikalar içinde savunma planı oluşturmak için herkes merkezde bulunan strateji odasındaydı. Strateji odasında toplanılan yuvarlak masanın etrafındaki herkesten farklı bir ses çıkıyordu, kimisi korkmuş, kimisi paniklemişti. Bütün fikirlere rağmen plan belliydi. Kalenin kapıları kapatılacak, düşman gelene kadar elimizdeki erzaklar ile idare edecektik. Bu plan ile atlattığımız birkaç küçük bir de büyük bir savaş vardı. Yıpratıcı ama başarılı bir savunma şekliydi bu. Yaklaşan savaş hakkında önceden tahmin ettiğimiz şeylerden bazıları düşmanın sayısının bizim sayımızdan kat ve kat fazla olduğu, ateşli silahlara sahip oldukları, kılıç darbelerine dayanıklı zırhları olduğuydu. Biz hala daha kılıç kullanan, ateşli silahlara dayanıklı zırhlara sahip olmayan bir topluluktuk. Bizim en büyük avantajımız ise ne para, ne kadın, ne şöhret, ne Toprak için savaşmamızdı; biz sadece onurumuz için savaşırdık. Onur için savaşır onur için öldürdük. 

    Karşılaştığımız savaşlar karşında klasik kale kapanması taktiği uyguluyorduk. Hepimiz at binmeyi bilen savaşçılardık; ani baskınlarımız düşmana korku saçardı, kalemizin surları yüksekti; düşmana umutsuzluk aşılardı ve burçlarımız kalemizin dört köşesini de gözlemleyebilecek kadar güzel konumlandırılmıştı; düşmanın açıkta hissetmesine neden oluyordu. Bu savunmayı başarısızlığa uğratacak en büyük dezavantaj kalenin içerisinde bir onursuz olmasıydı. Her yerde, her toplumun içinde, insanın tek olmadığı tüm zamanlarda bu onursuzlardan bulunurdu. Canını, malını tehlikede hissettiği zaman gizliden gizliye iş yaparak kendi onurunu hiçe sayarak düşmanı ile işbirliği yapan hain onursuzlar. İşte bununla başa çıkmanın bir yolu yoktu, çaresizdik. Kaleyi kuşatan düşman için içeride kaç savaşçı olduğu, yiyeceklerin kaç gün yetecek kadar olduğunun bilinmemesi moral bozucu bir olaydı ama içimizde bir onursuz olması ihtimali bizi daha çok korkutuyordu. Böyle bir durum içi çaresizdik ve elimizden geleni yapacaktık ne olursa olsun.

    Günler geçti uzak gözüken dumanlar yaklaştı, günler geçti biz hazırlıklarımızı tamamladık, günler geçti uzak dediklerimiz yakın oldu, günler geçti beklenen savaş kapıya dayandı, günler geçti - yaratan, güçlendiren, üzen, yıpratan, sabrettiren, özlem duyduran- yıkım geldi.

    Kalemizin etrafında bulunan yeşillik artık gözükmüyordu, etrafımız artık yeşil değil kar beyaza bürünmüştü. Beyaz zırhları olan yüzlerce asker, filler, atlar, mancınıklar sarmıştı etrafımızı. Savaşların başlangıcı yıkımdır ve ilk yıkım onlardan geldi; kalemizin surlarına delik açmak için mancınık atışına başlamışlardı. Taşın taşı kırma sesi bir yüz yıl boyunca savaş çığlığı duymamış diyarlarda yankılanıyordu. Kalenin dışı gürültülü doluydu, içi ise korkusuz bir sessizlik. 

    Günler taşların taşlara çarpma sesleriyle geçerken ilk yıkım başlayalı on gün olmuştu. On gün boyunca hiçbir şey yapmadan sadece beklemiştik, sabretmeyi öğrendik. On günün sonunda saldırmaya karar verdik. Bir gece baskını düzenleyecektik; atlarımızı tımarladık, nallarını kontrol ettik, kılıçlarımızı biledik, zırhlarımızı kuşandık ve özlemle geceyi bekledik; özlemeyi öğrendik. Gece oldu baskın yaptık, insan öldürdük; acımasız olmayı öğrendik. Geri döndük, arkadaşlarımızı kaybettik; güçlü kalmayı öğrendik. Bütün bunların dışında her hikâyede olduğu gibi içimizde birinin düşmanla işbirliği yaptığını gördük; onursuzluğu öğrendik, ne yaparsak yapalım, bütün hazırlıklara, planlara ve yaratılacak hikayelere rağmen düşman her şeyimizi bildiği için yenileceğimizi öğrendik. Yapacağımız her hamle bizi yenilgiye götüreceği için surların üzerine çıktık, kalenin kapısı açtık, katanamızı çektik ve kendimizi öldürdük; onurlu olmayı öğrettik. Biz kim miyiz? Biz tabi ki kötüleriz, herkese göre, sadece belli etmeyiz. 

MUTLAKADAM

28 Aralık, 2017

Bir Ölüyü Diriltme Ayini


    Büyük günün geldiği düşüncesi kehanette yazan değişimlerin gerçekleşiyor görünmesinden dolayı kabilenin en önde gelen bilgelerinden en vasıfsız sayılan bireylerinin bile aklına tesir etmeye başlamıştı. Bu durumun ortaya çıkardığı ve insanların içini kaplayan adı konulamayan duygu kendine korku görünümü veriyordu. 260 kişiden oluşan kabilenin üzerine son bir haftadır sessizlik çökmüştü. Aslında çığlık atan bir sessizlikti bu, bütün olağan şeyleri avazı çıktığı kadar yaran bir çığlık. 

    Her şey takvimler O.S 16 yılını gösterirken kabilenin en bilgesinin bir kaç defa rüyasında kabilenin inancına göre ölemeyenlerin ruhlarının gittiği inanılan "Yokoülke" adı verilen bölgeyi, bölgenin içinde yapılan tuhaf ritüelleri olan ayini ve yıllar önce bir tapınağın içinde bulunan ve dili çok uzun zaman sonra çözülebilmiş olan, iki yüz sayfasının sadece tek yaprağı dolu olan, kehanet kitabını bir arada görmesiyle başladı. Bu ağır imgeler barındıran rüyayı diğer bilgeler ile paylaşmak için yüce konseyi toplamıştı en bilge. Kabilenin en yaşlı yedi üyesi aynı zamanda kabilenin bilgeleri olarak kabul ediliyordu. Bu yedinin en yaşlısı ise en bilge olarak kabul edileniydi; genelde anlamlı rüyaları kabilenin en bilge sayılan insanları görüyordu. En bilge, konseyin yapılacağı yer olarak Yokoülke’nin girişi olduğu inandıkları yeri seçmişti; amacı hem bölgeyi incelemek hem de konseyin toplandığı sırada rüyayla ilgili başka ayrıntıları hatırlayabileceği düşüncesiydi. 

    260 kişilik kabilenin hemen hemen hepsi kabile yerleşkesinin girişinde bulunan tören, şenlik, kutlama, adak sunma gibi kutsal eylemlerin yapılması için ayrılmış ve kabile tarihinde ilk defa yapılacak olan ölü diriltme ayininin yapılacağı alana toplanmış, meraklı gözlerle etrafı seyrediyordu. Törenin yapılacağı alanın ortasında yerden bir metre yüksekliği olan ve bir insan bedenin sığabileceği genişliğe sahip olan ahşaptan yapılmış iki ayaklı sunak vardı. Sunağın arkasında ve iki yanında rüzgârda sönmeyecek şekilde yanan ateşler ortamı loş bir şekilde aydınlatıyordu. 

    Yedi bilge uzun bir aradan sonra tekrar bir araya gelmişti ve an içinde bunlardan altısı konseyi toplayan en bilgeye meraklı gözlerle bakıyordu. En bilge gördüğü rüyayı anlatmaya başladı. Kabilenin inanışına göre eğer bilgilerden en yücesi gördüğü rüyayı yeterince iyi yorumlarsa ve diğer bilgeler ile yorumunu paylaşmadığı halde diğer bilgeler ile ortak bir yorum oluşursa rüya ölülerden gelen bir mesaj olarak kabul ediliyordu. Fikirlerin paylaşılmasından ve rüyanın bir mesaj olduğu kabul edildikten sonra yedi bilge tarafından bu rüyadan üç sene önce kabilenin yaşadığı yerin yakınındaki sohbet kapısı adı verilen bölgede kimlikleri tam olarak bilinmeyen kişi veya kişilerce bir masada kullanılması yasak ve lanetli olan bir söz büyüsü ile öldürülen Aylin Alinay’ın kehanette yazan şekle göre yeniden dirilttirmesinde karar kılındı.

    Aylin Alinay’ın ölümü yıllar içinde kabile için sembol olmuştu. Zaman onu hafızalarda kusursuzlaştırmış mükemmel yapmıştı. Yaşarken yaptıkları, söyledikleri, hal ve hareketleri ölümünden sonra onun kusursuzlaştırmış olmasından dolayı yol gösterici olmuştu. Bir peygamberin inandığı dini yaydıktan sonra müritleri tarafından yüceleştirilmesi gibi kabile üyeleri bir konudan örnek verirken Aylin Alinay’ın adını kullanıyorlar ve onun hayatından hikâyeler anlatıyorlardı. Aylin Alinay bir yaz günü, gece güneşi geceyi aydınlatırken bir rivayete göre kendisini seven ve yapılmış olan büyünün bütün ruh değiştiren, ruh kıran etkilerini üstüne almayı kabul eden kişi ve arkadaşları tarafından halk arasında kirpi ikilemi adı verilen lanetli büyü tarafından öldürülmüştü. Bu büyü kendisine ruhen yakın olan bir insanın yakınlığının acı vermesi aynı zamanda yakın olan kişinin ruhen uzak olmasının da acı vermesi durumunda, yakın olan insanın canını yakarak araya mesafe koymasını sağlıyordu; yasaklı olma sebebi ise kesin bir sonuçtan ziyade farklı sonuçlara sebebiyet vermeseydi ve en kötü sonuç büyünün yapıldığı kişiyi öldürüp onun ruhunu bu dünya ile Yokoülke arasında bırakmasıydı. Bir tür yarım kalmışlık olarak açıklanabilirdi bu durum. Hem katil için hem maktul için. 

    Yedi bilge törenin yapılacağı alana geldiler, sunağın karşısına L harfi oluşturacak şekilde dizildiler. En bilge olan diğer bilgelerden önde duruyordu. Ayini yapacak olan oydu. Aylin Alinay’ın hiç bozulmadan duran bedeni bilge sırasının en sonunda duruyordu. Ruhu Yokoülke’de gidenlerin bedenleri çürümüyordu; çünkü bir şekilde yarım kalmışlığın tamamlanması gerekiyordu ve ancak yarım kalanlar tamamlanırsa ölümden sonra yaşanan olaylar normal sırasında devam ediyordu. Bedeni sunağa almadan önce en bilge ayinle ilgili olduğu anlaşılan bir dans yaptı ve ardından kabile halkının konuştuğu lisandan farklı bir lisanda bir şeyler söyledi, sağ elini havaya kaldırdı. Diğer bilgelerin hareketlerinden anlaşıldığı kadarıyla bedeni sunağa taşıyın emriydi bu. Aylin Alinay’ın bedeni yavaşça sunağa konuldu ve bilgelerin bir ağızdan kehanet kitabına bakarak söylediği sözlerden sonra ayini izleyenlerin şaşkınlık ve korkuyla karışık bakışları altında beden hareket etmeye başladı. Kalabalıktan anlamsız sesler yükseliyordu. Hareket etmeye başlayan bedenin önce kafası bir süre sonra da hepsi sunağın üzerinde dik pozisyona geçti. Araf uykusundan uyanan Aylin Alinay'ın gözleri etrafa öfkeyle bakıyordu, senelerdir içinde biriken öfkenin dışarıya çıkmak isteyen tasviri gibi.

    En bilge kabilenin içinde efsane haline gelen olayı aydınlatmak için Aylin Alinay'ın yanına yaklaştı ve iki kolunu yanlara doğru açtı, kendi etrafında saat yönünün tersinde bir tur döndü ve sunakta dik pozisyonda duran bedene dansının hemen akabinde ''anlat'' diye fısıldadı. Aylin Alinay'ın gözlerindeki öfke, bu kelimeyi duymasıyla beraber yerini gözyaşlarına bıraktı. Suratındaki ifade bir idam mahkumunun; idam sehpasına götürülürken uzun zaman sonra baktığı gökyüzündeki özgürlük hissinin içine dolması gibiydi. Ayinin başında kalabalıktan yükselen anlamsız sesler kendini sessizliğe teslim etmişti. Ayini izleyen herkes muhtemelen ömürleri boyunca hatta kabilenin ömrü sonunca bir defa olabilecek olaya tanık olmanın muhteşemliğine kapılmıştı.

    Aylin Alinay insanların aklında kaldığı gibi, zaman tarafından mumyalanmış şekilde, aynı kalmıştı. Görünüşünden, düşünüşüne kadar son nefesindeki an ile aynıydı ama 260 kişilik kabile Aylin Alinay'ın bıraktığı gibi kalmamış; evlerden, insanların taktığı takılara kadar tepeden tırnağa neredeyse her şey çok fazla değişiklik göstermişti. Aylin Alinay yaşananları anlatmaya başlamıştı ki en bilge yanlara doğru açtığı kollarını yukarıya kaldırarak ellerini birbirine çarptı, saat yönünde iki tur döndü; bu hareketleri bitirdiğinde sunağın üzerinde dik bir şekilde duran beden birden yere yığıldı. Ayin kimsenin anlam veremediği şekilde aniden bitmişti. 

    En bilge bunun kabile çıkarlarına zararı olacağı gerekçesiyle, olayların açığa çıkmasının bir şeyleri değiştirmeyeceğini düşündüğünden yapmış olmalıydı. Bu zamana kadar Aylin Alinay cinayeti kabilenin mensupları için her zaman yol gösterici olmuş olsa da görünenin arkasında, geçmişte, kabileye çok fazla zararı olmuştu. Bir ölüyü diriltme ayini; ölüm gibi yarım kalmışlıklarla son bulmuştu. 

SON

MUTLAKADAM








30 Temmuz, 2017

Umut



     ‘’Kara göründü’’ diye bağırdı açık sularda oradan oraya rotasız, yollarını kaybetmiş şekilde savrulan denizcilerden gözetleme kulesinde olanı. Bütün yorgunluğu, bitkinliği sesine yansımıştı. Ağlamamak için kendini tuttuğu sesinin çatallaşmasından anlaşılıyordu. Çatallaşmaya başlayan sesiyle duyulmadığını düşündüğü, zafer narasını andıran bir tonda, duyurusunu tekrarladı. ‘’kara göründü’’. İkinci duyurunun ardından iyi haberin duyulduğunu pekiştiren şekilde güverteye mürettebattan önce ayak sesleri gelmeye başlamıştı. Ayak sesleri ile beraber güverteye dolmaya başlayan mürettebat; yıllardır denizde olmanın ve karaya bir daha ayak basamayacak olmaya kendilerini hazırladıkları için ne yapacaklarını bilmez şekilde birbirleriyle ve karşılarında duran gri renkli ada arasında bakış trafiği yaratıyorlardı. Açık denizde güçlü olmak için feda ettikleri gülümseme, güneşin doğması gibi yüzlerine doğuyordu hepsinin. Gülüyorlardı ama adanın gri renkli olmasının ne anlama gelmiş olduğunu unutmuş bile olabilirlerdi ya da hatırlıyorlarsa bile o an umurlarında olmayacak kadar o adaya ayak basmayı istiyorlardı. Güvertede duran kalabalığın arasından yılların yıpratıcılığına rağmen dış görünüş unsurları en tertipli duran kişi güvertenin yüksek yerlerinden birine çıktı ve bağırdı : ‘’Herkes yerlerine, umuda gidiyoruz.’’ Karşılarında duran adanın adı artık bu gemide bulunanlar için umut olmuştu. Verilen emrin ardından herkesin işinin başına koşmasından bu kişinin kaptan olduğu anlaşılıyordu. Kaptan geminin beyniydi ve yıllarca pek çok geminin batmasına, pek çok denizcinin hayatını alan mavi canavara karşı gemisini başarıyla savunmuştu. Gemide bulunan herkes onun sözlerine güveniyordu. Gemi son hızda umuda ilerlemeye başlamıştı. Gemide bulunan bütün mürettebat olağanca kuvvetleriyle sanki umuda varınca her şey düzelecekmiş, yaşamalarının bir anlamı kalmayacakmış gibi kürek çekiyordu.

   Gemi, karaya uzun zaman sonra sevgilisine kavuşmuş yar edasıyla nazik bir şekilde yanaşmaya başlamıştı. Geminin dümeninde bulunan kaptan adanın renginden dolayı bir şeylerin ters gideceğini sezmiş ve ‘’Durun’’ emri vermişti mürettebata. İçinde bulundukları durumun heyecanına kapılmadan bir durum değerlendirmesi yapmaları gerektiğini düşünüyordu çünkü: keşfedilmemiş bir adaya çıkacaklardı ve bu adanın renginin gri olması; üzerinde yaşam olmayan, taşlık bir yer olduğu anlamına geliyordu. Adaya ‘’UMUT’’ adını vermişlerdi ama içinde umut olmama ihtimali de vardı. Kaptanın tavrına rağmen mürettebat kaptanı dinlememe konusunda kararlı görünüyordu; bu yüzdendir ki geminin güvertesinden homurtular yükselmeye başlamıştı. Sözlerine koşulsuz güvenilen, senelerdir denizde hayatta kalmalarını sağlayan kaptanı kimse dinlemez olmuştu bir anda. Homurtulardan rahatsız olan kaptan derin bir iç çekişle beraber sessizliğe büründü ve iç karışıklık çıkmasın diye dümene geri döndü. 


   Geminin karaya yanaşmasından sonra geminin içinde bulunan otuz kişilik mürettebat Umut'a ayak basmak için altılı gruplar halinde adaya çıkmaya başladı. Adanın uzak olan tarafından ağır bir koku gelmeye başlamıştı burunlarına. Sanki adanın yabancılara karşı korunma mekanizmasıydı bu koku. Bir uyarı, bir tehdit misalince avcılara karşı. Kaptan hariç kimse aldırmamıştı bu kokuya. Onun dışındaki mürettebatın hepsi karaya ayak basmanın sevincinden sarhoş olmuş durumdaydı. Adaya çıktıklarının ertesi gününde adayı keşfe çıkmaya karar verdi mürettebat; kaptanı ise eşyaların yanında bırakmışlardı onlara göz kulak olması bahanesiyle. Ada göründüğü kadarıyla boydan boya kayalardan, taşlardan, sarp geçitlerden, küçük uçurumlardan oluşuyordu. Yorucu ve tehlikeli bir keşif olacaktı bu. Mavi canavara yem olmayıp hayatta kalan denizciler gri bir umutta yaşamak için direneceklerdi. Yanlarına hayatta kalmak için gerekli malzemeleri alan mürettebat kıyıya çıktıkları yeri unutmamak için de bir harita yapmaya çalışarak yola çıktı. Adanın içlerine ilerledikçe karşılaştıkları tehlikeler artıyordu. Yapmaya çalıştıkları harita bir süre sonra işe yaramaz olmuştu ve yollarını kaybetmişlerdi, bütün bunların yanında içme suları ve yiyecekleri de azalıyordu. Bütün bu çabalarının nedeni Umut'a tutunmak ona yerleşip yeni, güzel bir hayat kurma isteğiydi. Mürettebatın farkına vardığı bir şey olmuştu geçen sekiz günlük keşif süresinde. Adanın keşfettikleri yerleri arttıkça burunlarına gelen kötü koku azalıyordu ve belli belirsiz güzel bir koku çeliniyordu burunlarına ya da delirmek üzere oldukları için öyle zannediyorlardı. Keşfe çıktıkları onuncu günde yiyecekleri tamamen bitmişti ve adada yiyecekleri hiçbir şey yoktu. Yiyecekten ziyade görünürde canlılık namına hiçbir şey yok denebilirdi. Eşyaların yanında kalan kaptan halinden memnun gözüküyordu ama aynı zamanda mürettebatını merak ediyordu. Bu yüzden sürekli kendi kendine çelişiyor; onları aramaya çıkacakken sonradan yarı yoldan geri dönüp keyfine bakıyordu. Her zaman olduğu gibi bu sefer de haklı çıkacağından çok emindi.

   Umut’un içinde umutlar tükenmeye başlamış, dönüş yolu kaybedilmiş, açlıktan bayılma evresine gelinmiş, susuzluktan diller damaklara yapışmışken mürettebatın içinden biri ‘’Umut bulundu’’ diye bağırdı geminin içindeyken karayı ilk gördükleri zamanki ses tonuna benzer bir ses tonuyla. Adanın ortasında bulunan uçurumun göze batmayan yerindeki bir boşluktan yeşillikler sarkıyordu. Mürettebatın hepsi bedenlerinde kalan son güçle grinin içinde saklanan yeşilliğe doğru koşmaya başladı. Bir insanın geçebileceği kadar genişliği olan bir delik vardı. Yavaş yavaş hepsi içeriye doğru girdi, sırayla acele etmeden, son sabır zerresini harcayarak. İçeriden gelen kahkaha sesleri ve bağrışmalar daha içeriye girmemiş olanları heyecanlandırmıştı bile. İçerisi en az adanın dışarıda görünen yüzü kadar geniş ve onun tam zıttı olacak şekilde capcanlıydı. Hayatlarında hiç görmedikleri renklerde çiçekler, kuşlar, dallarında yemişler olan ağaçlar vardı. Bunların ortasında canlılığın kaynağı olduğunu tahmin ettikleri tertemiz görünen bir su birikintisi vardı. Küçük bir göldü adeta bu. Adanın dışı eylül kadar ölü, içi haziran kadar hayat doluydu. 

   Geride kalan kaptan beş kişilik bir ekibin geri geldiğini gördü. Aklına ilk gelen kalan mürettebatın hayatlarını kaybettiğiydi. Gözleri dolmaya başlamıştı ama kaptan olduğu için ağlamasının yanlış olduğunu düşünüyordu en azından geri gelenlerin de güçlü kalabilmesi için. Kaptan yanılmıştı bu defa. Beş kişi yanına yaklaştı; onu ve eşyaları almaya geldiklerini söylediler. Başlarından geçen her şeyi anlattılar kaptana. Umut gerçekten umutları olmuştu onların. Bir şeylere yeniden başlayabilmek, bir şeylere yeniden inanabilmeleri için. Bu sefer kaptan yanılmış mürettebat haklı çıkmıştı. Bu sefer farklı olmuş mürettebat kaptanı hayatta tutmuştu.


MUTLAKADAM

05 Temmuz, 2017

Bilgenin Hikayesi


   Yaklaşın, sessiz olun ve dinleyin!


    Size bir hikaye anlatayım kulaktan kulağa kuşaktan kuşağa aktarılan bir hikâye. Bana da bunu karanlıkta yavaş yavaş kaybolan umutsuz bir insan anlatmıştı. Bundan tam yüz sene önce adı bilinmeyen bir diyarda bilge bir adam yaşarmış. Her şey hakkında düşünen hemen hemen her şeyin çaresini bilen bir bilge." Bilmek karanlıkta olmaktır." dermiş hep bu bilge. Herkesin sorunlarına çareler bulur onlara yardımcı olurmuş. İnsanları sevmezmiş bu bilge çünkü onların ne olduğunu, nasıl varlıklar olduğu hakkında epey tecrübeye sahipmiş, bütün tecrübelerini yaşayarak öğrenmiş. Yüz seneden de önce bir zamanda gençken arayış halindeymiş bu bilge olacağından habersiz genç adam. Yağmur, çamur, çöl, buzul dinlemeden sürekli arıyormuş. Ailesini terk etmiş daha küçük yaşta, kendi benliğini oluşturmak istediği için. Çölde bedeviler, kıtada medeniler kandırmış sürekli olarak bu genci. Genç adam belki bir eşim vardır diyerek genç bir kadın aramaya karar vermiş bu sefer; belki yaralarımı sarar düşüncesiyle. Çünkü benliğini ararken aslında çok derin yaralar almış geçen seneler içinde ve vazgeçmiş bu arayıştan. Seneler içinde bir sürü kişi ile tanışmış, buldum sandığı bir sürü eş girmiş çıkmış hayatına. Fark etmemiş ama ellerinden tuttuğu herkes bir süre sonra kandırır olmuş genç adamı yaraları daha derine inmiş ve zamanın aktığından habersiz yaşlı adama dönmüş genç adam. Bir inanışına göre İnsanlar iki şekilde ölüler; bunlardan ilki kalbi kan pompalamayı bıraktığı zaman ikincisi umudu kalmadığı zaman ve o inanışına göre kalp durduğu zaman yeniden atar da umut kalmadığı zaman hayat olmazmış. Genç adam bulmak konusunda umudunu kaybetmiş ve aslında ölmüş o zaman. Çok dünyaya girip çıkmış bunun sonucunda da hayat olmayan karanlık bir dünyada bulmuş benliğini. Kazandıkları kadar kaybetmiş aslında. Ne ararken ne bulmuş ne aramazken ne olmuş bu hikâyede. Bilge karanlıkta kalmaktan ışığa fazla duyarlı olmuş, ışık rahatsız eder olmuş onu, bu yüzden kapatmış kendini, hem ölüler ışığı sevmezlermiş pek. Bir gün karanlıkta kaybolmuşken bir ışık vurmuş içeriye, karanlığın tam ortasına ara ara vururmuş böyle ışıklar zaten. Belki bu zamana kadar vuran en güçlü ışık değilmiş ama bir farklılık varmış bu ışıkta. Bilge canını yaktığını bildiği halde dikkatlice bakmış ışığa. Işığın rengi farklıymış. Beyaz ışık da görmüş, mavi ışık da görmüş ama bu renk ışığı ilk defa görüyormuş. Afallamış bilge. Kendini korumaya karar vermiş zaten yeterince zarar görmüş karanlığa vuran belirsiz ışıklardan bu zamana kadar. Işık yakar beni demiş ama yanacağını bile bile takip etmek istiyormuş. Çıkmış kendini korumak için bulduğu karanlık benlikten. Işığı takip etmiş. Işığın kaynağına yaklaştıkça pembeliği artmış. Yaklaşmaya başladıkça canı daha çok acımaya başlamış ama demiş ki kendi kendine ben bir bilgeyim " Bu sefer farklı olsun!" ne olacaksa olsun deyip ışığa gitmeye devam etmiş. Işığın yamacına geldiği zaman bilincini kaybetmiş bilge. Beyaz bir ışık görmüş o an. Korkup titremeye başlamış. Bitti demiş, yine aynısı oldu ve bu sefer tamamen bitti dönüş yok artık karanlığa bile. Kapatmış gözlerini kör edici beyaz ışıktan korunmak için. Aradan biraz zaman geçmiş ve gözlerini tekrar açtığında pembe ışığın kaynağının tam karşısında durduğunu görmüş. Bu sefer farklı olmuş. İçini umut doldurmaya başlamış. İnanışına göre bilge hayata geri dönmüş o an, olmaz denen olmuş. Bir hayat bulmuş kendine. "Hayatım" demiş o ışığa. Hayatım demiş tekrar etmiş kelimesini ve eklemiş devamını; iyi ki çıktın karşıma yoksa karanlıkta kalmaktan karanlığın kendisi olacaktım.

    Bu hikâye burada bitmiş ve bu hikâyenin anlatıldığı yerlerde derler ki umut arayış değil var oluştur; ararsanız bulamazsınız o sizi bulur, cesaret ederseniz her şey mümkün olur.

MUTLAKADAM

14 Nisan, 2017

Bir Kış Günü



    Dışarıda üç gündür aralıksız yağan kar canlılık namına ne varsa üstünü örtmüş durumdaydı. Göz alıcı beyazlık ve onun getirmiş olduğu sessiz soğuk kucaklamıştı etrafı. Bu kötü günlerin geçmesini beklemek ve kendimi korumak için mağarama sığınmıştım. Aklımda güzel günlerden kalan anılar, görüş alanımda ise duvarlara çizmiş olduğum ilkel resimler vardı: bir sanat icra etmekten ziyade benden sonra buraya gelecek, bu mağaraya sığınacak kişilere yol göstermesi, yardımcı olması amacıyla çizdiğim resimler. Soğuk; sığındığım, sığınmaya çalıştığım mağarama beni etkisiz hale getirmek istercesine tüm gücüyle saldırıyordu. Isınmak için ateş yakmam lazımdı ama dışarıda günlerdir yağan kar yüzünden bütün odunlar nemlenmiş ve yanamayacak durumdaydı. Vücut sıcaklığımı korumak için cenin pozisyonunda bir yavru anasına sığınırcasına duvarın dibine sığındım. Bu şekilde kaç gün daha dayanabilirim biliyordum ama sonrasında yaşamak için bir ateş yakmam lazımdı yoksa ilerleyen günlerde hiç şansım yoktu. Yaşamak için planlar yaparken uyuya kalmışım. 


    Uyandığımda hissettiğim ilk şey sıcaklık oldu, mağaramın içinde küçük ama beni ısıtacak boyutta bir ateş yanıyordu. O an bunu kimin yakmış olacağını düşünmeden ateşin yanına yaklaşıp ısınmaya koyuldum, üşüyordum. Mağaramdan görüldüğü kadarıyla kar yağışı azalmıştı. Ateşin yanında ısınmaya çalışırken içeriye bir kadın girdi, göz göze geldik. Mağarama giren insanların kim olduğunu sorgulamayı bırakalı çok uzun zaman oluyordu çünkü yakın geçmişte mağarama girip çıkan geçici çok insan olmuştu. Diğerlerinden farklı olarak bu kadının yüzü çok tanıdık gelmişti ama kim olduğunu beynimin donmuş olmasından olsa gerek hatırlayamamıştım. Ateşin yanına oturdu ve sönmeye yüz tutmuş ateşi bizi biraz daha ısıtsın diye elindeki küçük odun parçaları ile besledi, bu havada ancak bu kadar besleyecek odun bulmuştu muhtemelen. Hala daha tek kelime etmemişti ki; kadının, onun kim olduğunu hatırladım. Bundan yaklaşık üç sene önce beraber avlanmaya çıktığım av eşimdi o. Pek çok ava çıkmış güzel yemekler yemiş, keşifler yapmış, sohbetler etmiştik ama bir gün yine ava çıktığımız günün birinde bir hayvanı, boyumuzun üç katı büyüklüğündeki bir hayvanı, hemen öldürmek yerine biraz eğlenmek istemiş olmamızdan dolayı köşeye sıkıştırmıştık. Canı yanan hayvan hayatına mal olacağını bildiği halde son hamlesi ile ona saldırmış ve onu feci şekilde yaralamıştı. Hayvanın saldırısına engel olamamıştım ama hemen akabinde onu öldürmüştüm. Hemen av eşimin yanına koşmuştum. Onun yanına gittiğimde nabzını hissetmeye çalıştığım ama hissedemediğim için çoktan öldüğünü düşünüp oradan kaçarak uzaklaşmıştım. Kaybettiğim ilk eşi öldürdüğüm hayvan ile yan yana bırakarak. Doğa acımaz bir yerdi ve günün birinde bunun olacağını biliyordum; ya o ya ben avlanırken ölecektik. İşte, o gün orada öldüğünü düşündüğüm kadın şimdi tam karşımda duruyordu ve içimdeki soğukluğu yaktığı ateş ile yok etmeye çalışıyordu. Bunun imkânsız olduğunu düşündüm. İmkânsızdı! bir ölünün yeniden canlanması biz ilkel, tek yönlü insanlar için imkânsızdı! 

    Onun öldüğünü düşündüğüm andan o anı takip eden üç sene boyunca aklımın hep bir köşesinde o olmuştu. Yaptığım hataları tekrar yapmamı engelledi, beni değiştirdi belki biraz hissizleştirdi, acımasız yaptı ama onun ölümü beni acımasız doğa karşısında güçlü kılmıştı. En yalnız olduğum dönemlerde bile onun ölüşü bana güçlü olmam gerektiğini hatırlattı. Bu şekilde değişmiş olmamın nedeninin altında hem benim onu düzgün koruyamamış olmam hem de onun düşüncesiz davranması vardı. Düşününce bu iki sebep onu ölüme götürmüştü ya da götürmüş olmalıydı, olmamış. Onu, bir zamanlar, karşımda bu şekilde sessizce oturmasından konuşacak çok şeyimiz olduğunu bilecek kadar iyi tanıyordum ve bu çağda; bu ilkel çağda birbirimizi anlamamız için, birbirimizle anlaşmamız için yeni kelimeler keşfetmemiz hatta yeni bir dil oluşturmamız gerekse bile onunla konuşmak istiyordum. 

     Dışarıda kar yağışı yeniden hızlanmıştı ve rüzgâr içeriye yeniden hücum ediyordu. Yaktığı ateş rüzgâra dayanacak güçte değildi ve o da soğuktan titremeye başlamıştı. Onun yaktığı ateşin sönmemesi ve onun da ısınması için ateşe atacak tek şeyim herhangi bir saldırı karşısında korunmak veya saldırmak için üzerimde taşıdığım sert odundan yapılmış asamdı. Eğer onun, o kadının gerçekten o olduğuna ve benimle yeniden avlanmak isteyeceğine inanırsam asamı ateşi beslemek için yakmaya hazırdım. Kim bilir belki bu kar yağışı durunca onun yaktığı ateşi büyütüp kara kışa aldırmadan bizi ısıtacağı güne kadar yanması için beraber odun toplamaya çıkarız.



MUTLAKADAM

15 Mart, 2017

Yardım Ekin'i


   (Bir yarışma için yazdığım ancak elemeyi geçip dereceye giremeyen yazımı buraya bırakarak ölümsüzleştiriyorum.)
 
    Telefonunun çaldığını geç olsa bile fark etmişti. Arayan Seher’di. Gelen çağrıyı cevaplamak için etrafını saran boğucu kalabalıktan sıyrıldı ve daha sessiz olan koridora çıktı; camın bulunduğu duvara doğru hızlı adımlarla yürüdü. Dün geceden soğumaya bıraktığı ses tellerini ısıtmak istercesine öksürdü; telefonu yavaşça kulağına götürdü ve gelen çağrıyı cevapladı. Telefonun öbür ucundaki ses sanki birden fazla Aykut’a sesleniyormuşçasına çaresiz bir ses tonuyla ‘’Aykut’’ dedi ama Seher’in ses tonundan tamamlamak istediği anlaşılan cümlenin arkası gelmedi. Aykut kafası karışmış bir şekilde neler olduğunu anlamaya çalışırken Seher oluşan sessizliğe daha fazla dayanamamış olacağından: ‘’O ölmüş’’ diye ekledi. Seher’in hıçkırıklarından ağladığı anlaşılıyordu. Aykut camdan dışarı baktı; İzmir'de gözyaşıyla karışık yağmur yağmaya başlamıştı.

      Bir nisan sabahına uykusunu almış, dinç bir şekilde uyanmıştı. Etrafında yapılacak türlü bir nisan şakalarını ve bunlara inanmayacağını düşünerek yüzünde hınzır bir gülümseme ile yatağından kalktı. Banyoya gidip bir süre aynada kendini inceledikten sonra elini yüzünü yıkadı ardından kahvaltısını etmek için mutfağa geçti. Çocukluğundan bu zamana kadar bir nisanları hep eğlenceli geçtiği için içinde bir huzur, bir sevinç, nedensiz bir mutluluk vardı. Kahvaltısını ederken her zaman yaptığı gibi sabah haberlerini izledi. Ülke gündeminde dün sabah saatlerinde yaşanan elektrik kesintisi, başkanlık sistemi ve Savcı Kiraz’ın öldürülmesiyle ilgili haberler vardı. Haberler içini karartmıştı; televizyonu kapattı, odasına gitti, pijamalarını değiştirdi ve işe gitmek için evden ayrıldı.

      İş yerine girdiğinde bir farklılık olduğunu sezdi; biraz düşünüp etrafına bakındığında iş yerine her zaman ondan önce gelen ve masasına kafasını koyup yarı uykulu bir şekilde mesai saatinin başlamasını bekleyen Hande çalışma masasında yoktu. İçinde bazı şeylerin ters gittiğine dair bir his oluşmuştu. Çalışma masasına geçti ve diğer çalışma masalarının dolmasını bekledi. Hande’nin masa arkadaşı Canan içeri girdiğinde Hande’nin neden gelmediği hakkında bilgisi olup olmadığı sordu ama Canan’ın da Hande’den haberi yoktu. Normalde doğal ortamlarından alıkonulup hayvanat bahçesinde parmaklıklar arkasına konan hayvanlar kadar mutsuz olan iş yeri çalışanlarının neşesi yerindeydi. Herkes birbirine şakalar yapmaya çalışıyordu. Her bir nisan sabahı öncesinde olduğu gibi çeşitli şaka aletleri yapılması planlanmıştı ama yine her bir nisan sabahı olduğu gibi bu düşünce teoride kalıp pratiğe dökülemeyecekti. O gün klasik bir nisan sabahı nasıl olması gerekiyorsa öyle devam ediyordu.

      Aldığı telefondan sonra Aykut şok geçiriyordu. Ne yapacağını bilmeden masasının bulunduğu koridoru dolduran kalabalığı yardı ve tuvalete koştu. Ağlamak, bağırmak, haykırmak istiyordu. Titremeye başlayan ellerini kontrol altına alarak musluğu açtı ve ‘’bu bir rüya olmalı, uyanmayalım’’ düşüncesiyle yüzünü yıkadı; değişen hiçbir şey olmamıştı. Hala daha iş yerinin tuvaletinde ne yapacağını bilmeden duruyor; mantıklı bir şekilde düşünmeye çalışıyordu. İlk iş olarak Hande’yi aradı. Hande, Ekin’in en yakın arkadaşıydı. Üçü birlikte birkaç defa bir şeyler yemişlerdi. Aykut’un Ekin ile tanışıklığı Hande’den geliyordu. Çok fazla vakit geçirmemiş olmalarına rağmen Ekin’e değer veriyordu. Hande ona sürekli Ekin’den bahsederdi. Beraber içmeye gitmelerini, hoşlandıkları çocukları kıskandırmak için yaptıkları planları ve bunun gibi birçok şeyi anlatır dururdu. Hande’nin bugün işe gelmeme nedenini Ekin’in vefat etmiş olması ile ilişkilendirmek Aykut için zor olmamıştı. Hande telefonu açtığında hıçkırmaktan çatallaşan sesi ile ‘’efendim’’ dedi ve ağlamaya başladı. Aykut, Hande’ye nerede olduğunu sordu; aklında onun yanına gitmek vardı. Hande, Ekin’in evinde olduğunu söylemeye kalmadan Aykut çantasını alıp iş yerinden ayrılmıştı.

      O sabahın bir nisan sabahı olmasından başka Aykut için bir önemi daha vardı. Katılacağı toplantı için tam bir haftadır hazırlık yapıyordu. Gecelerinin çoğunu araştırma ve telefon konuşmaları yaparak uyumadan geçirmişti. Bu toplantı kariyerindeki sıçrama noktası olması ihtimalinden dolayı Aykut için büyük bir önem arz ediyordu. İşinde terfi alması demek maaşının artması, mesai saatlerinin azalması ve tatil günlerinin sıklaşması demekti. Aykut özel bir firmanın satın alma bölümünde çalışan Yıldız Teknik Üniversitesi’nden mezun, sıradan olan yirmi yedi bin endüstri mühendisinden biriydi. Okumak istediği üniversiteden mezun olmuş ve istediği mesleği yapıyordu. Azimli, kararlı, geçmişi geçmişte bırakabilen biriydi. Bu karakteri onu sıradan olmaması için doğal bir içgüdüymüşçesine sürekli kendini geliştirmesi için itekliyordu. Bütün bu zahmete katlanmasının sebebi buydu.

      Aykut daha üç yaşında yetim kalmıştı. Çocukluğuna dair hatırladığı anılar pek içi açıcı şeyler de değildi. Aydın’ın Kuyucak ilçesinde: Kışın sobanın bile bulundukları odayı ısıtamadığı, tuvaletin dışarıda olduğu, büyükten hallice bahçesi olan iki katlı, genelde rutubet kokan, ahşap bir evde yokluk içinde büyümüştü. Annesinin, haylazlıklarından dolayı onu sık sık dövdüğü boş bulunduğu zamanlarda aklına gelir ve ruhu burkulurdu. Ağır bir sakatlık geçirip tam iyileşememiş gibi en ufak bir üzüntüde yeniden nükseden bir burkulma. Bu durumlarda kendi kendine acaba babam yaşasaydı; babam beni büyütseydi nasıl olur diye düşünüp dururdu. Babasının olmayışı, babasız büyümesi, zaman zaman annesinden nefret etmesi hayatının geri kalanında ona pek çok şeye dayanma ve direnme gücü veriyordu. Bulunduğu konuma yoksulluktan çıkıp gelmişti. Annesi ile dağlarda orkide, ıhlamur, incir gibi ilçe pazarlarında satılacak şeyleri toplayıp, topladıklarını satarak geçimlerini sağlamışlardı. İlkokul, ortaokulu Kuyucak’ta, liseyi ise Sivas’ın fen lisesinde yatılı olarak okumuştu. Üniversiteyi kazandığı ilk günü hatırlıyordu da o zamandan bu zamana kadar ne kadar çok şey değişmiş ve zaman geçmişti.

      Aykut iş yerinden çıkmıştı çıkmasına ama Ekin'in evinin nerede olduğunu bilmiyordu. Panikledi, içini kara haberi aldığı zamanki çaresizlik yeniden doldurmaya başlamıştı. Bornova'nın en işlek caddesinde, yağan yağmur altında ne yapacağını bilmez bir halde, sanki okula yeni başlayan bir çocuk gibi birilerinin onun aklını okumasını; ona yardım etmesini, elinden tutup götürmesini bekliyordu. Evin yerini öğrenmek için, sesini duyunca bulutlanan gözlerinin yağmur getireceğini bildiği halde, Hande’yi aradı. Aralarında geçen kısa konuşmanın ardından Ekin’in Atatürk Mahallesi’nde Gümüş Evler sitesinde oturduğunu öğrendi. Oraya gitmek için caddenin karşısına geçip dolmuşa bindi. Dolmuşa bindiğinde ‘’Gümüş evlerden geçer mi?’’  diye sorduğunda dolmuş şoförü Aykut’un sorusuna: ‘’Cenaze evine mi?’’ diye soruyla karşılık verdi. Dolmuş şoförünün bu tepkisinden oraya gitmeye çalışan ilk kişinin kendisi olmadığını anlamıştı. Soruya: ‘’Evet’’ diye cevap verdi ve boş bulunan koltuklardan birinin cama yakın olanına oturdu. Ne kadar yol gideceğini bilmediği yolculuğun ücretini uzatırken şoförün gözleriyle anlatmak istediği başın sağ olsun sessizliğini aynı şekilde gözleriyle sessiz bir şekilde cevapladı.

      Ekin, yabancı dile olan yatkınlığı ve ilgisinden dolayı kendini bu alanda geliştirmişti. Liseyi İzmir Cem Bakioğlu Anadolu Lisesi’nde, üniversiteyi ise Boğaziçi Üniversitesi Mütercim – Tercümanlık Bölümü’nde okumuştu. Çeşitli uluslararası şirketlerde çalışmış; çalıştığı şirketler adına yurt dışına iş görüşmelerine gitmişti. Yurt dışında yaşadığı deneyimler onun hayat geniş görüşlülüğüne çok şey katmış; gördüğü sosyal ortam, insan ilişkileri, sosyal yardım kurumlarındaki düzen ve aktiflik Ekin’in zaten doğuştan beri içinde olan insan sevgisini, insanlara yardım etme açlığını daha çok etkilemişti. Monoton bir şekilde sürüp giden hayatının sıradan bir gününde Twitter’da uygun ilik bulunamadığı için hayatını kaybeden on iki yaşında bir çocuğun olduğunu gördü. Bu Ekin’in yakın zaman içinde internet ortamında gördüğü kan hastalığının sebep olduğu beşinci ölümdü ve o an aslında insanların yardım etmekten ziyade vicdanlarını rahatlatmak için retweet yaptıklarını düşündü; retweet yapınca yardım ediyor, birilerinin hayatını kurtarıyormuş gibi bir nevi duygu tatmini yapıyorlardı. Öyle olmamak için kendine bir söz verdi; trombosit bağışı ile ilgili bir şeyler yapacaktı. Araştırmalara başladığında internette gördüğü istatistikler onu sersemletmeye yetmişti. Türkiye’de trombosit bağışı oranı dünyanın oldukça gerisindeydi. Olması gereken bağışçı sayısı bir buçuk milyon iken bu sayı sadece otuz bindi. Araştırmalar, proje çalışmaları eşliğinde saatler günleri, günler haftaları, haftalar ayları kovalarken eşinin ve çevresinde bulunan birkaç arkadaşının da desteği ile Kızılay bağlantılı bir sosyal yardımlaşma topluluğu kurmuşlardı. Amaçları trombosit bağışını arttırmak için gönüllü insanları bir araya toplayıp; çeşitli organizasyonlar, sunumlar ile toplumu bilinçlendirmekti.

      Aykut, dolmuşun penceresinden gördüğü dışarıda bulunan kalabalıktan Ekin’in evinin önüne geldiğini anladı. Dolmuş şoförünün seslenmesine fırsat bırakmadan dolmuştan inmek için kapının önüne geldi. İndiğinde Ekin’in çalıştığı şirkete ara sıra iş için gittiği zaman iki lafın belini kırdığı Onur Bey ve Burak Bey’i gördü. Birbirlerine baş sağlığı dilediler. Aykut, Ekin’in evine girmeden önce Hande’ye nerede olduğunu soran bir mesaj attı. Gelen cevap: ‘’İkinci katta merdivenin karşısındaki odada’’ şeklinde oldu. Evin kapısından içeriye girmeden önce kapının önüne sıralanmış ayakkabılara baktı; belki bu evin içinde, evin etrafında hiçbir zaman bir arada bulunamayacak Ekin’in en sevdikleri, Ekin’i en sevenler bir araya gelmişti. Aykut’un o an aklından geçen düşünce: Acıların pek çok duygunun yapamadığını yapıp dil, din, ırk fark etmeksizin insanları bir araya toplayabilme gücünün olduğu olmuştu. Ayakkabılarını çıkarıp diğer ayakkabıların yanına düzgün bir şekilde koydu ve üst kata çıkmak için merdivenlere yöneldi. Merdivenin bitimindeki odaya girmek için kapıyı çaldı ve içeri girdi. Yatağın üstünde Hande ile Ekin’in arkadaşı olan Uğur, kapının yanında Ekin’in kuzeni, Yatağın önünde Hande ve Hande’nin karşısında Aykut’un iki sene önce aynı şirkette beraber çalıştığı Kemal vardı. Odadaki herkes sigara içiyordu ve gözleri ağlamaktan kızarmış vaziyetteydi. 

      Ekin, sosyal yardımlaşma projesine başlayalı daha iki yıl olmuşken lenf kanserine yakalanmıştı. Üstelik kansere yakalandığında yirmi yedi yaşında ve sekiz buçuk aylık hamileydi. Ailesi, eşi ve arkadaşları bu haberi Ekin’den birkaç gün önce öğrenmiş ve bir şey yokmuş gibi davranmak zorunda olmanın çaresizliğine katlanmak zorunda kalmışlardı. Ekin’in ilk duyduğu zaman ‘’hayatın cilvesi böyle bir şey olsa gerek’’ diye düşündüğü kötü haberi ailesi Ekin’e verdikten sonra tedavilerinin başlaması için Ekin’in hastaneye yatması gerekiyordu. Haberi aldığının ertesi günü hastaneye yattı. Herkesin üzerinde bir güçlü görünme, benim üzüldüğümü kimse görmesin, kimse üzülmesin maskesi vardı. Güçlü görünmeye çalışırken güçlü olmuşlardı ya da öyle sanıyorlardı. Doktorları bu kadar ağır tedaviye rağmen Ekin’in güçlü olduğunu, bu zor tedavileri vücudunun kaldırabildiğini söyleyip duruyorlardı. Tedavisine başlandıktan on beş gün sonra sağlıklı bir doğum ile erkek çocuğu dünyaya getirdi. Güçlü ve kuvvetli olduğu için ona Demir adını verdiler. Doğumdan sonra kemoterapi tedavisi başladı ve kemoterapi tedavisi ilerledikçe önce kirpikleri sonra da saçları dökülmeye başlamıştı ama dökülen her saç teli Ekin’in umudunun daha güçlü bir şekilde çıkmasına sebep oluyordu. Kendini her zaman doğmuş olan çocuğuyla ve eşiyle geçireceği zamanlar olduğu, kanserli çocuklara umut, onlara bir okyanus kıyısındaki ışık yayan deniz feneri gibi olacağı inancıyla motive ederdi. Hastanede olduğu süreç içinde yattığı yatağından eşi ile beraber sosyal yardımlaşma topluluğu için videolar çekti ve topluluğa destek olmaya devam etti. Projenin yürütmesini eşi devralmıştı. Konferanslara eşi gidiyor; herkese biricik karısı, sevgilisi, yol arkadaşı Ekin’in hikâyesini anlatıyordu. Hastalara güçlü olmaları için bir sebep, bir neden gösteriyordu. Bir gün doktoru tedavilere vücudunun artık olumlu cevap vermediğini ve başvurulan son çare olan ilik naklinin gerektiğini söylediler. Bu Ekin’inde çok iyi bildiği gibi, maalesef, uygun donör bulunması nadir olan bir şeydi ve kendisini de yola bu yüzden çıkmıştı. Doktorunun uygun ilik gerekliliği kararından sonra hastane tarafından uygun eşleşme olup olmadığını saptamak için Türkök ve yurt dışındaki kök hücre banklarına başvuruldu ama geçen uzun süreçte uygun donör bulunamadı. Işık olmak için çıktığı yolda Ekin ışığa karışmıştı. 

           Cenaze arabası evin önüne geldiğinde yağan yağmur toprağa, feryatlar havaya karışıyordu. Kimsenin ayakta duracak hali olmadığı halde herkes birbirini teselli etme çabasındaydı. Aykut, Hande’ye ona destek olmak istercesine yaslanmış; yeni dikilen fidanlara bağlanan sopa gibi hüzün rüzgârının onu kırmasını önlemeye çalışıyordu. Yan yana, omuz omuza dururken; ikisi de yaşlı gözlerle Ekin’i bu fani dünyadaki son yolcuğuna götürecek cenaze arabasına doğru dalmışlardı. Hande’nin boş gözlerle sorduğu: ‘’İyi misin?’’ sorusuna Aykut: ‘’İyiyim’’ diye cevap verdi geçiştirmek ve bir şeylerin iyi olmasını istercesine. Aynı soruyu Hande’ye sorma ihtiyacı bile duymamıştı çünkü Hande’nin nasıl olduğunu kendisinin bile bilmediğini biliyordu. Yeşil renkli cenaze arabasının motoru veda vaktinin geldiğini bildirircesine gürledi, yavaş yavaş arkasındakileri de alarak gözden kayboldu. Aykut gökyüzüne baktı; gök gürledi, yağmur hızlandı yağdı onun içine.


31 Mart 2015’te kaybettiğimiz arkadaşımız Ekin Ekren’e ve 29 Kasım 2016 tarihinde kaybettiğimiz ‘’Belki de Sensin’’ kurucularından Merve Dilara Kurt’a ithafen. 
19.12.2016
 -Mutlakadam-